Ekonomi

Düşüş beklentisinin arkasında ne var?

Başbakan düzeyinde Merkez Bankasının izlediği para politikasına yöneltilen eleştiriler, konuyla ilgili ilgisiz her kesimi faizler konusunda duyarlı hale getirmiştir

06 Ağustos 2014 01:35

Prof.Dr. Öner Günçavdı

Son zamanlarda iktisadi gündemimiz hareketlendi. Dış politikada olduğu gibi, iktisadi konularda da gündemimiz Amerika’ya bağlı hale geldi. Aslında bağlıydı da, sadece şimdilerde bu daha da belirgin hale geldi. Tüm dünya bir ekonomik sıkıntı ve darboğaz ile uğraşırken, ABD ekonomisinin bu sıkıntıları aştığı yönündeki beklentiler dünya ekonomisini etkilemeye başladı. Ortaya çıkan dalgalanmalar, yapılacak daha birçok yapısal reforma ihtiyacı olduğuna inandığım gelişmekte olan ülke ekonomileri için önemli bir finansal darboğaza işaret eder niteliktedir. Bu ülkelerin son zamanlarda dünya mali piyasalarından elde ettikleri kaynaklardaki azalmayla birlikte büyüme oranları düştü; beraberinde cari açık verebilme kabiliyetleri azaldı. Hatta Türkiye gibi ülkeler için ufukta görülen bir tehlike daha belirgin bir hale gelmeye başladı. İç talebi destekleyecek finansman bulma güçlüğünün devam ettiği bir ortamda, yüksek büyüme hırsının durudurulamaması, Türkiye ekonomisinin gündemine enflasyonu tekrar sokabilir.

İktisatçılar dışındaki kamuoyu, şimdilik bu gelişmelere bir anlam veremese de, anlaşılması çaba isteyen bu iktisadi gelişmeleri “duygularıyla” anlamaya çalışmakta bir sakınca görmemektedir. Böyle bir yaklaşım onları bilimsel bir doğruya ulaştırmaktan ziyade, daha çok taraftarlık duygusunun hakim olduğu bir ruh haline sokmaktadır. Özellikle yaklaşık on yıllık bir süredir yaşadıkları refah artışı illizyonunun sonuna gelinirken, oluşan yeni iktisadi koşulları ve beraberinde yaşanacak olumsuzlukları kabullenmeyi istemez bir ruh haline girilmektedir. Takımının performans düşüklüğünü hep dışsal faktörlere bağlayan taraftarlar gibi, ekonomideki kötüye gidişlerin sorumluları da sürekli dışarıda aranmaya başlanmıştır.

Son zamanlarda ortaya çıkan durumdan kendileri için bir ikbal ihtimali gören iktisat yorumcularının bazıları ise, Don Kişot vari bir mücadeleye girerek, iktidarın uygulamalarını savunuculuğuna soyunmuşlardır. Karşılıklı suçlamalar ve tahriklerle iktisat biliminin sınırları zorlanmakta; olmayacak sonuçlar olacakmış gibi gösterilmeye çalışılmaktadır. Bu tartışmaların dozajı artarken, piyasalarda algılarda tarafgirlik psikolojisi, mantık ve bilime hakim gelmeye çalışmakta ve bu şekilde kamuoyunun algıları yönlendirilmeye çalışılmaktadır. İktisadi olaylar basit bir siyasi bir tartışma konusuna indirgenmeye çalışılmakta ve halihazırdaki olumsuzlukların üstüne yenileri ekleyerek, piyaslardaki belirsizliklere katkıda bulunulmaktadır.

Son zamanlardaki bu tartışmaların merkezinde TL faizleri yer almaktadır. TL’nin konvertibilitesinin ve mali piyasaların dünya ile bütünleşmesinin en önemli sonucu olan, yerel mali politikaların dünya ile koordinasyonunun sağlanmasının gerekliliği büyük ölçüde ihmal edilmektedir. Sanki yerel para politikasının ve TL faizlerin otonom (kendiliğinden) bir şekilde belirlenebileceği düşünülerek, dünya ekonomisinde son günlerde meydana gelen değişimlerin gerektirdiği yönde politikaları oluşturmaktan itinayla kaçınılıyor. Türkiye ekonomisinin yabancı kaynak ihtiyacının düzeyi ve dünya mali piyasalardaki gelişmelerin yönü belliyken, Merkez Bankasının Para Kurulu toplantılarının öncesinde, bankanın faizleri düşürme yönünde karar alıp almayacağı kamuoyunda hararetli tartışmalara konu olmaktadır. Özellikle Başbakan düzeyinde Merkez Bankasının izlediği para politikasına yöneltilen eleştiriler, konuyla ilgili ilgisiz her kesimi faizler konusunda duyarlı hale getirmiştir. Dahası bu durum, kamuoyunun hiç de küçümsenmeyecek bir bölümünü faizlerin düşmesi yönünde bir bekletiye sokmuştur.

 

Düşüş beklentisinin arkasında ne var?

 

2001 sonrası Türkiye ekonomisininde iktisadi yapı ve davranışlar bakımından birçok değişim yaşanmıştır. Kamu kesiminin mali kaynak talebindeki azalma ve beraberinde gerçekleştirilen mali disiplin bu değişimlerin başında gelmektedir. Bu durum bir yandan enflasyonun düşmesine olumlu katkı sağlarken, öte yandan daha önceleri kamu tarafından kullanılan önemli miktarda mali kaynağın açığa çıkmasına neden olmuştur. 2001 sonrası reformlarla güçlenen mali kesimde temin edilen istikrar, açığa çıkan bu kaynakların kamu yerine özel kesim tarafından kullanımına imkan sağlamıştır. Daha önceleri yüksek faiz kazancı elde edebilmek için harcamalarını erteleyen özel kesimin, 2001’den sonra düşen faizlerin etkisiyle, bu harcamalalarını tekrar ötelemesinin bir anlamı kalmamıştır. Bunun yerine harcama yapmak ve bunu yaparken de borçlanmak ön plana çıkmıştır.

Özel kesim firmaları, büyük oranda 2002-2007 döneminde harcamalarını, daha çok yenileme yatırımlarına yönlendirerek ekonomideki faktör verimliliğinin artmasına önemli katkıda bulunmuşlar ve aynı dönemde ortaya çıkan yüksek büyümeye de kaynaklık etmişlerdir. Mali kesimde açığa çıkan kaynaklar, aynı zamanda hanehalklarının da tüketim harcamalarını destekleyen borçlanma imkanlarının oluşmasına vesile olmuştur. Hanehalkları ve firmaların harcamalarında 2002 sonrasında görülen bu artışlar, bir yandan ekonomide kredi kullanımını ve borçlanmayı arttırırken, diğer yandan ülke ekonomisinin önemli boyutlarda cari açık vermesine yol açan talep artışlarına neden olmuştur.

Aradan geçen 12 yıllık dönemde uluslararası likidite imkanlarının da yardımıyla bu harcama pratikleri ekonomide yerleşmiş, hanehalklarının ve firmaların borç stoklarının önemli boyutlara gelmesine neden olmuştur. 2001 öncesi kamu kesiminde görülen aşırı borçlanma ve yüksek borç stoğu, şimdilerde özel kesimde görülmeye başlanmıştır. İşte bu durum, son günlerde TL faizleri konusunda kamuoyunda artan ilginin kaynağıdır. Ancak bu ilgi siyasilerin de dikkatinden kaçmamiş, faiz gibi teknik bir para politika aracı birden siyasi popülizimin bir öznesi haline gelivermiştir. İç siyasette menfaat elde edebilmek için, bağımsız olması gereken Merkez Bankası politikaları üzerine patronaj konulmaya başlanmış ve bu şekilde kamuoyu algısı bugünkü dünya konjonktüründe sürdürülmesi mümkün olmayan beklentiler yaratılarak yönlendirilmektedir. Hatta uzun yıllar kaynak sıkıntısına maruz kalmış bir ekonomide, uzun yıllar kamu harcamalarının finansmanında kaynak yaratmak için kullanılan enflasyon tekrar gündeme gelmiştir. Ancak öte yandan son günlerde yürütülen düşük faiz kampanyası ile yüksek faiz yüksek enflasyonun kaynağı olarak gösterilmeye çalışılmış ve seçim öncesinde ucuz fonlamanın sağlayacağı imkanlarla iç talebi yüksek tutma telaşı içine girilmiştir.

Özellikle Başbakan düzeyinde yapılan eleştirilerle desteklenen düşük faiz beklentileri, iktisadi birimlerin mali konularda yanlış pozisyon almalarına ve bunun sonucunda aşırı borçlanmaya devam etmelerine yol açmaktadır. Ayrıca bu beklentiyle yapılacak olan yanlış yatırım kararları, iktisadi kaynakların verimliliği düşük alanlarda kullanımlarının devam etmesine neden olacaktır. Bu da bizi mali kaynakların yanlış kullanımı (adverse selection) sorunuyla karşı karşıya bırakacaktır. Bugünün yeni dünya konjonktüründe sürdürülebilmesi şüpheli böyle bir politikanın sınırlarını zorlamak, çok yakın gelecekte kaynağı dışarıdan bir şoka maruz kalma olasılığı olan Türkiye ekonomisinin büyük maliyetlerle karşılaşma ihtimalini arttırmaktadır. Dahası açıklanan ve beklentileri aşan temmuz ayı enflasyon rakamları sonrasında, düşük faiz politikasında ısrarın yol açacağı yüksek enflasyonun da ciddi bir risk unsuru olarak düşünülmesi gerektiği anlaşılmaktadır.