Kültür-Sanat

Douarnenez Film Festivali Türkiye halklarını ağırlıyor

Evrim Emir Sayers: Festival katılımcıları fikir, vicdan ve adalet duygusu ile üretilmiş sanat eserlerine bakıyor

25 Ağustos 2016 17:20

Hakikat daima azınlıktadır ve azınlık daima çoğunluktan güçlüdür. Çünkü kural olarak azınlık gerçekten bir görüşe sahip olanlardan oluşur. Buna karşın çoğunluğun gücü aldatıcıdır ve hiçbir görüşü olmayan güruhlara dayanır. Azınlığın gücü ispatlandığında bu güruhlar bir anda azınlığın görüşünü benimser... ve o anda hakikat yeni bir azınlığın eline geçer.

—Soren Kierkegaard

Evrim Emir Sayers*

Dünyanın birçok yerinde faşizme doğru bir gidişat var. Avrupa da ikinci dünya savaşının kazanımı olan ideallerinden kopmuş durumda. Birçok ülkede seçim sonuçlarına bakıldığında ibrenin popülist sağı, hatta kimi zaman da aşırı sağı gösterdiğini görüyoruz. Öteki düşmanlığının körüklendiğini, adeta bir kartopu etkisiyle her geçen gün büyüyerek ve hızlanarak yoluna çıkan herkesi içine çektiğini görüyoruz. Hep beraber bir felakete sürükleniyoruz. Buna rağmen halklar bu felaketin önüne geçmek için ötekine açılmaktansa içine kapanma eğiliminde.

Bütün bu kara bulutların içinden süzülen bir ışık huzmesi gibi Douarnenez Film Festivali. Festival, Fransa’nın Breton bölgesinde 1978’den beri yapılmakta. İlhamını Breton bölgesinin, gerek yerel Breton dilinin, gerekse kültürünün, egemen kültür ve dil olan Fransızca’ya karşı varoluş savaşından alıyor. Azınlıklara adanan ve ulusal kimlikleri sorgulayan bir film festivali bu. Bretonlar, bu festival ile kültürel, dilsel, etnik, cinsel ve fikirsel çeşitliliği, yani tek rengi değil bütün renkleri kucaklamayı hedefliyor.

Bu yıl 39.su düzenlenen festivalin konusu “Türkiye Halkları.” Festival boyunca üst kimlik olan “Türk” kimliğinin sorgulanmasından azınlık haklarına, kültürel ve etnik soykırımdan Anadolu halklarının varoluş mücadelesine kadar birçok konuda filmlere yer verilirken bir yandan da Türkiye halkları üzerine çalışan, düşünen, yazan birçok akademisyen, düşünür, gazeteci, aktif politikacı ve sanatçının katılımıyla paneller, röportajlar, sergiler ve gösteriler yapılıyor. Festival 8 gün sürecek ve bu 8 gün içinde yaklaşık 16 bin kişi, 70’i Türkiye halkları ile ilgili yaklaşık 150 film ile tanışma fırsatı bulacak.

Bu sene tüm renkleri, dilleri, kıyafetleri, görüşleri ve filmleri ile Türkiye halklarını kucaklayan festival, bir yandan da egemen Türk kimliğini, Türk ulusçuluğunu ve Türkiye’yi tek kültüre, dile, dine ve etnik kimliğe indirgeme projesinin dünü ve bugününü sorguluyor. Bunu yaparken de “birlikte yaşamak” ve “diyalog” gibi kavramların altını çiziyor.  Festival, Ermenisi, Alevisi, LGBTsi, Kürdü, Romanı ve birçok diğer Türkiye rengiyle birlikte katılımcıları görsel bir yolculuğa çıkarıyor. Film seçkisi, Yılmaz Güney’in Yol ve Umut filmleri gibi Türkiye halklarının varoluş mücadelesinin sembol filmlerinden Bakur gibi Türkiye’de olaylı bir şekilde yasaklanan Kürt filmlerine, Köpek gibi Türkiye LGBT’lerinin hayatını anlatan filmlerden Rüzgarın Hatıraları gibi Ermeni soykırımı temalı filmlere kadar uzanan bir çokseslilik gösteriyor. Festivalde seyircileri Türk halkları ve sorunları ile tanıştıran tek merci sinema değil. Günümüzün en önemli karagöz üstatlarından Ruşen Yıldız’ın (Abdal Hayali) gösterileri ve atölye çalışması ile Sulukule’li hip-hop grubu Tahribad-ı İsyan’ın konseri bunun en güzel örnekleri.

Festivale ev sahipliği yapan sahil kasabası Douarnenez, festival süresince adete şirinler köyü gibi. Festival alanında ve bütün kasabada bir komün havası esiyor. Festival davetlileri Douarnenez sakinleri tarafından evlerinde misafir ediliyor. Festival alanındaki yemekler kasabadaki gönüllüler tarafından pişiriliyor. Örneğin Douarnenez’li bir öğretmeni bir gün panellerden birinde çevirmenlik yaparken, bir diğer gün mutfakta patates soyarken görebilirsiniz. Elbette çok dilliliğin, çok kültürlülüğün festivalinde ortak kocaman aile masalarında oturularak yenen yemekler de çok lezzetli oluyor. Her gün farklı bir alt kültürün lezzetiyle tanışıyor katılımcılar. Festival’de tanıştığım ve en son Sur ve Cizre’de çektikleri fotoğraflarla sergi açan iki Bretonlu fotografçıdan birinin sözleri kulaklarımda: “Aslında dünyanın her yerindeki azınlıklar bir araya geldiğimizde büyük bir köy yaratıyoruz.” Douarnanez kasabası, festival süresince işte tam da bu büyük köy.

Her gün ekranlarımıza düşen felaket haberleri elbette burada da peşimizi bırakmıyor. Festivalin başlamasından bir hafta önce nefret cinayetine kurban giden LGBT aktivisti, transseksüel Hande Kader; festivalin üçüncü günü gelen Gaziantep bombalaması haberi insanlara beyazperdede izledikleri filmlerin tam da şimdiye nasıl işaret ettiğini gösteriyor. Zaten festival organizatörleri coğrafyadan gelen kötü haberlere yabancı değiller. Festival davetlisi gazeteci Zehra Doğan’ın 21 Temmuz’da Mardin’de gözaltına alınması ve halen cezaevinde olduğu için festivale katılamaması bunun bir örneği.

Küçük bir çıkar grubunun neredeyse herkesin hayatını askıya aldığı, akılları adeta gasp ettiği, halka hizmet etmek yerine derebeyi gibi halkın üstüne çöktüğü bir akıl ve vicdan tutulması yaşıyoruz. İşin belki de en vahim tarafı, üreten insanın bütün enerjisini üretmeye değil, sadece onurlu bir insan gibi yaşamaya ya da hayatta kalmaya harcamak zorunda olması. Bir sanatçının böyle bir ortamda kendisini bu cehennem ateşinden çıkarıp, bir de ateşin üstüne bir iki damla da olsa su serpmesi bir mucize. Medya organları hep bir ağızdan bozuk bir plak gibi, ağzından salyalar akıtarak egemenin sloganlarını çığırırken, festival katılımcıları fikir, vicdan ve adalet duygusu ile üretilmiş sanat eserlerine bakıyor.

Adeta modern bir savaşın ortasında, dört bir yandan kuşatılmışken ve tek duyabildiğiniz kurşun ve bomba seslerine karışan çocuk çığlıklarıyken, tek görebildiğiniz sis, duman, ceset parçalarıyken, tek kokladığınız yanmış insan etiyken, tam orada, her şeyin ortasında sığındığınız bir ağaç kavuğunda elinizde bir sihirli değnek var, sanat. Burada sanatlarını icra eden Türkiyeli sanatçılar gerçek birer masal kahramanı. Derisi kalınlaşmaz sanatçının, inceldikçe incelir, iliklerinde hisseder çığlıkları sanatçı. Kemiklerindeki acılarını sanata çeviren Anadolu sanatçılarının filmlerini izliyoruz burada. Eğer siz de elinizde bir mum, halkın vicdanı nerede diye arıyorsanız, festivaldeki filmlere bir göz atın. Halkın vicdanı sanatta.

Bu topraklar ilk defa zulüm görmüyor elbette. Zaten festival programı da aslında onlarca yıl önce çekilmiş, belki de hiç olmadığı kadar “güncel” filmleri seçkisine katarak bunu yansıtıyor. Festivali benim için en muazzam kılan şey ise, Türkiye coğrafyasında yaşayan tek bir alt kültüre değil, birçok azınlığa aynı anda ev sahipliği yapması. Bir insanın kültürünü, dilini sahiplenmesi, koruması ne kadar anlamlıysa, onun içine hapsolması da o kadar kaçınılmaz. Festival yalnızca çoğunluğa karşı azınlığın sesi olmakla kalmıyor, bir azınlığa diğer bir azınlığın sesini de duyuruyor. Kürdistan halkı LGBT’nin diliyle, Alevi damağı Breton yemeklerinin tadıyla, Ermeni kulağı Sulukule hip-hop’ının ritmiyle tanışıyor. Böylece varlıkları tek bir kimliğe indirgenmiş azınlıklarda da çoğulcu bir bilinç oluşuyor. Festival, halkların ve bireylerin, hangi azınlıktan olurlarsa olsunlar, yalnızca bir kimliğe, bir coğrafyaya ait değil bütün bir dünyaya ait olma mücadelesinin altını çiziyor. Amaçlanan, Kürt’ün Ermeni haklarından bahsettiği, bir erkeğin kadın haklarını savunduğu, bir Alevi’nin Süryani yemekleri yaptığı, bir Çerkes’in nefret cinayetlerini lanetlediği bir gelecek kurmak.

Bu gelecek ancak insanların hikayelerinin birbirine değmesi ile mümkün. Gezi’de yaşanan ve egemeni en çok korkutan da buydu. Sanat, aynı Gezi gibi, halkların aralarındaki mesafeyi açmaktansa kısaltıyor. Yol filmini izlerken yanımdaki Alman asıllı Fransız’ın ağlaması; Ermeni asıllı Fransız’ın vedalaşırken elimi iki elinin arasına alması; “bu ellerle ceset topladım” diyen Kuzey Kürdistanlı bir Kürt’ün aynı ellerle beni kucaklaması; Sulukuleli Roman’ların “gel bir cigara saralım” demesi… Bütün bunlar, halkların aralarındaki mesafenin, sanatın sihirli değneği sayesinde, Türkiye’den yüzlerce kilometre uzakta aşılmasıdır. Douarnenez’deki bir sanat galerisinin vitrininde siyah beyaz bir ağaç resmi var, minik minik yüzlerce kuştan oluşan. Altına Nazım’ın bir şiiri iliştirilmiş Fransızca: yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşçesine, bu hasret bizim.

Festival web sitesi: http://www.festival-douarnenez.com/fr/