Gündem

Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü Kalın: Müzik benim için hobi değil, varlığı anlamlandırma çabamın bir parçası

"İlla Nâzım Hikmet ile Necip Fazıl'ı çarpıştırmak zorunda değiliz"

10 Haziran 2018 12:45

Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü İbrahim Kalın, "Müzik ve sanatla ilişkim bir hobi, boş vakitleri geçirmen için yaptığım bir şey noktasında değil. Ben onu kendimi gerçekleştirmemin, varlığı anlamlandırma çabamın ve yaptığım işin bir parçası olarak görüyorum. Çünkü bunlar beni daha zenginleştiren, yaptığım işi daha anlamlı hale getiren işler. Bizatihi kıymetli ve önemli oldukları için yapmaya çalıştığım şeyler" dedi.

Habertürk'ten Küra Par'a konuşan Kalın, Cumhurbaşkanı dahil hepimiz sağ-sol dikotomisine maruzuz. Bunu aşabiliriz. İlla Nâzım Hikmet ile Necip Fazıl’ı çarpıştırmak zorunda değiliz. Kemal Tahir de Tanpınar da okuyabiliriz. Bizi zenginleştirecek olan bu.” ifadesini kullandı. 

Kalın'ın söyleşisi şöyle: 

Cumhurbaşkanı Erdoğan, zaman zaman Batı’ya meydan oku­yan bir lider. Türkiye’nin reto­rikteki bu çıkışlarının ötesinde, pratikte bir gücü var mı; yoksa eko­nomiden sanayiye; savunmadan bilişime ve kültüre, dışa bağımlı bir ülke miyiz? Özellikle son 16 yılda Türkiye’de “inşaatlar dışında” kalıcı olarak ne yapıldı?

Çok büyük şeyler yapıldı; 16 yılda Türkiye ekonomisi 3,5 kat büyüdü. Kişi başına düşen milli gelir 3 bin dolardan 10 bin dolara yükseldi. Sağlıkta ve eğitimde altyapı sorun­ları çözüldü. Savunma sanayisi ala­nında kendi İHA’mızı SİHA’mızı, roketlerimizi, tanklarımızı üretiyo­ruz. Terörle mücadelede çok önemli adımlar atıldı. Üniversitelerimizin sayısı arttırıldı; elbette kaliteyi arttır­mamız lazım ama niteliksel artış için öncelikle niceliksel birikimin oluş­ması gerekiyor. Dolayısıyla bütün bu tabloya bakıldığında çok önemli mesafeler alındığı görülebilir. Tüm bunların bölge ve dünya siyasetine yansıması çok önemli oldu. Suriye meselesinin Türkiye olmadan tasav­vur edilip, çözülmesi mümkün değil. Filistin meselesinde Türkiye aktif bir rol oynuyor. Bunlar son derece önemli kazanımlardır. 10-15 yıl önce, Türkiye’deki politikacıların “Bun­lar bizim boyumuzu aşar, bunları biz yapamayız” diye düşündüğü konu­lardı. Şimdi hem bir özgüven var hem de bunları taşıyacak mekaniz­malar oluşturuldu. 

Ama öte yandan da “Giderek otoriterleşen bir Erdoğan figürü olduğu” yorumları yapılıyor. Cum­hurbaşkanı Erdoğan’ın uzun süre­dir birlikte çalıştığı bir isim olarak otoriterleşme ve muhalif kesimin sesinin bastırıldığı yönündeki eleş­tirilere ne diyorsunuz? 

Türkiye, demokratik seçimlerle yönetilen bir ülke. Seçimlere gidi­yoruz ve seçimler şeffaf bir şekilde yapılıyor. Muhalefet, adaylarıyla, programlarıyla çıkıyor ve mey­danlarda propagandasını ve faali­yetlerini gerçekleştiriyor. Son 16 yılda ülkede bunun dışında bir şey olmadı. Bu konu özellikle, teröre dolaylı ya da doğrudan bulaşmış veya destek vermiş kişilerle ilgili olarak sürekli gündeme getiriliyor. Batılı ülkeler Türkiye’nin hassasi­yetlerini göz ardı eden bir tutum içe­risindeler. Kendi ülkelerinde benzer tehditler ortaya çıktığı zaman her türlü tedbiri alan ve kanuni düzen­lemeyi yapan, özgürlükleri kısıtla­yan Batılı ülkeler, Türkiye aynısını yaptığında Türkiye’yi otoriterlikle, güvenlikçi bir politika izlemekle suçluyor. Mesela Fransa’da saldırı­lar oldu; Charlie Hebdo Dergisi’nde ve Nice’te, Paris’te saldırılar oldu. Londra’da da saldırılar oldu. Bun­lara Avrupalı ülkelerin nasıl tepkiler verdiğini hepimiz gördük. Kanunlar çıkartıldı, tutuklamalar ve gözaltı­lar oldu, Fransa’da OHAL ilan edildi. Sayın Macron OHAL varken seçildi. Türkiye için “Türkiye’de OHAL var­ken seçime gidiyor, seçimlere gölge düşürür” deniyor. Peki aynısı Fransa için neden söylenmiyor? DEAŞ ve PKK terör örgütleriyle mücadele edi­yoruz. Bir de bunların dışında FETÖ ile mücadele ediyoruz. Bu konuda biz anlayış, kavrayış ve empati bek­lerken; Avrupalılardan tam tersine bu örgütleri adeta aklamaya dönük bir çabanın sergilendiğini görüyoruz, DEAŞ hariç. Neden? Çünkü PKK ve FETÖ Batı’yı hedef almıyor. Ama DEAŞ Batı'yı hedef aldığı için bir numaralı terör örgütü olarak isimlendiriliyor ve ona yönelik tedbirler alıyor. PKK'nın Avrupa'daki örgütlenmesine baktığınız zaman bütün kapıların dernek veya vakıf adı altında bütün kapıların onlara açıldığını görürsünüz. Almanya, İngiltere, Fransa aleyhinde çalışan ve onları hedef alan bir terör örgütünün Türkiye'de faaliyet göstermesine izin verilse, Avrupalılar nasıl tepki gösterir? 

Siz bu camianın entelektüel isimlerinden birisiniz, medeniyet kavramı, Doğu Batı ilişkileri üzerine çalışmalarınız var, SETA’nın kuru­culuğunu yaptınız. Peki camianızın 2002’den bu yana Türkiye’nin ente­lektüel birikimine katkısı ne oldu? Yeterli buluyor musunuz?

Türkiye’nin kendini dünyada nasıl konumlandırması gerektiğine ilişkin daha sahici sorular soruldu. Sadece AK Parti dönemiyle sınırlı olduğunu söylemiyorum. Daha geriden gelen, önemli düşünce akımlarıyla beraber ele alırsak daha anlamlı olur. Türkiye kendini 21. yüzyılda nasıl konumlan­dıracak? Zaman, mekan, coğrafya tasavvuru ne olacak? Bir medeniyet iddiası olacak mı? 

Bütün bunlara tatmin edici cevaplar üretilebildi mi?

Dinamik bir süreç geçirdik ama yapmamız gereken daha çok şey var. En önemli şeylerden bir tanesi, Cemil Meriç’in tabiriyle; “zihnimize giydirilen deli gömleklerini çıkarmamız lazım.’’ 

Nedir o deli gömlekleri? 

Sağ-sol dikotomisi. Bu kavram­larla Türkiye’yi, Anadolu’yu anlamak ve anlatmak mümkün değil; çok yapay. Zaten ithal kavramlar bunlar. 

Ama Cumhurbaşkanı da özel­likle son dönemde tam bu dikotomi üzerine kurmadı mı siyasetini? 

Bunu tevarüs etti Cumhurbaşkanı, bu zemin üzerinde siyaset yaptı, yapı­yor. Hepimiz buna muhatap ve maru­zuz. Bunu aşabiliriz. Türkiye özelinde konuşacak olursak, Türk solu birçok aşamadan geçti. Kemal Tahir, İdris Küçükömer çizgisinde ya da daha güçlü bir şekilde devam etseydi, sosyal adalet, hizmet siyaseti, Anadolu’nun irfan ve düşünce geleneği konularında daha farklı bir konumda olabilirdi, hala da olabilir. Türk sağına bakalım; sol karşıtı ya da statükocu bir algı yaratılı­yor. Türk sağı daha açık, daha kucak­layıcı bir konumda olabilirdi ve hala olabilir. Bizdeki sol geleneğin önemli bir kısmı, sosyal adaleti merkezine almak yerine; Marksizm’in “din karşıt­lığı”nı devralarak Türkiye’ye taşımaya çalıştı. Halbuki Marx’ın, Engels’in, Feu­erbach’ın din karşıtlığı Avrupa üzerinde kilise karşıtlığıdır. İslam coğrafyasında, Türkiye’de kilise ve Papalık gibi bir şey olmadığı için karşılığı yok. Dolayısıyla, o sol bir anda Anadolu’nun dini ve kültü­rel sosyolojisiyle karşı karşıya geldi. O yüzden, Kemal Tahir-İdris Küçükömer çizgisinden gidilseydi, belki çok daha farklı bir sol tasavvuru inşa edilebi­lirdi. Soğuk savaş sona erdikten sonra da Türk solu; daha liberal, daha sosyal demokrat, yer yer daha lümpen bir çiz­giye kaydı. ‘‘Eskilerin solcu devrimcileri reklamcı oldu’’ diyorlar, herhalde bunda bir gerçeklik payı var. 

Kültürel iktidar tartışması yapı­lırken “Entelektüel üretim soldan çıkı­yor” deniyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan da “Yıllardır kesintisiz iktidarız ama kültürel iktidar noktasında sıkıntıları­mız var” demişti. İslami kesim 16 yıllık bu süreçte neden enelektüel bir atılım gösteremedi? 

Tevarus edilen yüklerden kurtulmak çok kolay olmuyor; belki birkaç neslin çabasını gerektirecek şeyler bunlar. Çar­pık modernleşme tarihimizin bize giydir­diği dar gömlekler, kalıplar, zihnimizi ve ufkumuzu daraltan dikotomilerden kur­tulduğumuz oranda kendimizi zenginleş­tirebileceğimizi düşünüyorum. İlla Nazım Hikmet ile Necip Fazıl’ı çarpıştırmak zorunda değiliz. Kemal Tahir’i de, Ahmet Hamdi Tanpınar’ı da okuyabiliriz ve oku­malıyız. Bizi zenginleştirecek olan budur. Farklı perspektiflerdir ama Türkiye bun­larla zengin. Biz bir kültürel atılım yapa­caksak bunu bir bütünlük perspektifi içinde yapabileceğiz. Fakat ‘‘kendi ken­dine yabancılaşma sendromu’’ modern­leşme tarihimizin en yakıcı sonuçlarından biridir. Bir defa bundan kurtulmamız lazım. Artık Batı öykünmeciliği, ikinci sınıf modernizmler, enternasyonalizm adı altında küresel düzene arka çıkmalar ya da yerel ve milli gözardı etme tavırları­nın artık bir kenara koyulması lazım. Batı toplumlarında da bir anlamsızlık, hedef­sizlik, gayesizlik sıkıntısının olduğunu görüyoruz. Cumhurbaşkanımızın Türki­ye’de yapmaya çalıştığı bütün bu ekono­mik kalkınma, eğitimdeki kalkınmalar ve dış politikadaki açılımlarla birlikte yeni bir toplumsal muhayyile inşa etmeye çalışı­yoruz. Bunun için öncelikle o muhayyile­nin dayandığı entelektüel zemini net bir şekilde ortaya koymak lazım. İkinci ola­rak da özgüvenle hareket etmek lazım. Bugün Türk edebiyatı, Türk sineması, Türk şiiri hiç de fena bir yerde değil. Üretim var, farklı renkler-tonlar var. 

Bunu cenah-mahalle ayrımı yapmaksızın mı söylüyorsunuz?

Evet, yapmaksızın söylüyorum. Bir tarafta Batı özentisi birtakım müzik tarz­ları popüler hale gelirken, öbür tarafta Türk sanat müziğinde, Türk halk müzi­ğinde, tasavvuf müziğinde klasik Batı müziğinde çok nitelikli işler de yapılıyor. Arif Sağ, Orhan Gencebay var. Bu insan­lar hala üretmeye devam ediyorlar. Yeni nesilde Erol Parlak, İsmail Altunsaray gibi çok önemli müzisyenler yetişti, yetişiyor. Klasik müzikte Can Atilla, Cihat Aşkın gibi çok önemli müzisyenlerimiz var ve dünya çapında işler yapıyorlar. Temel problemi­miz, bu isimleri dünya kamuoyuna duyu­racak imkânları yeteri kadar seferber etmememiz noktasında. 

Klasik müzik derken Fazıl Say’ın adını saymadınız. Fazıl Say’ın Cumhur­başkanı’na karşı eleştirel bir tutumu var. Cumhurbaşkanlığı tüm sanatçılara eşit mesafede mi, yoksa burada ideo­lojik tercihler öne çıkıyor mu? 

Temel olarak böyle bir önyargımız yok. Ama bir kişi çok açık, net, keskin, bıç­kın bir şekilde ideolojik bir tutum içerisin­deyse, bunu da yok saymamız mümkün değil. Bu biraz karşılıklı bir durum.

Cumhurbaşkanlığı Külliyesi Cumhur­başkanı’na politik anlamda mesafeli bir sanatçıya ödül verir mi? Bu anlamda kri­terler, sınırlamalar var mı? 

İşin ideolojik kısmından ziyade hakikaten kendi sanat alanında ortaya koyduğu birikimi dikkate alarak belirliyoruz. Örnekleri de var. 

Ama kimi davetlere, kimi organizasyonlara kimlerin çağırıldığı ve gidip gitmediği özellikle bu sene büyük tartışma konusu oldu. Cumhurbaşkanlığı davetlerine katılacak sanatçıları hangi kriterlerle belirliyor?

Sanatçı arkadaşlarla ilgili bir resepsiyon yapıldığı zaman buraya herkes, her kesimden insan çağırılıyor. Kendi alanında değer ortaya koyabilmiş bütün insanlara Cumhurbaşkanlığı’nın kapısı açıktır.

Gelmeyen, reddeden, o fotoğraf karesinin içerisinde yer almak istemeyenlerin sayısı nasıl?

Zamana zaman, davet ettiğimiz halde gelmeyenler oluyor. O da bir tercih, saygı duyuyoruz.

Sanat eleştireldir, içinde bulunduğu topluma yukarıdan bakar, eleştirir. Bugün Türkiye’de sanatın eleştirel yanını besleye­cek özgür bir ortam olduğunu düşünüyor musunuz? Yoksa politik bir eser bir ürete­cek bir sanatçının ‘‘Acaba başıma bir şey gelir mi?’’ diye düşünmek zorunda olduğu bir ortamda mıyız? 

Eleştiri, sizi zenginleştiriyorsa, kamçılı­yorsa anlamlıdır. Ama sırf ideolojik bir tutu­mun ifadesi olarak ortaya konuyorsa... 

Bu fikir hürriyeti değil midir?

Olabilir. Buna saygı duyulur. Şahsen buna katılmam, çok değer vermem ama saygı duyarım. İlişkimi orada tutarım, daha ileriye götürmem. Tabii ki sanatın o sorgulayıcı tarafı son derece önemli ama nihai amacın ortak iyiye katkı sağlayacak bir çaba olması bek­lenir. Sanatçı, bunu yapabildiği oranda kendi toplumuyla, kültürüyle daha entegre daha barışçıl bir tutum içerisinde olur. Bu, eleştirel tutumundan vazgeçmesi anlamına gelmez. Daha yapıcı olabilir, pozitif tarafından görüp katkı sağlayabilir. Sanatın da o manada çok politize edilmesinin sanata ve kültüre çok katkısının olmadığını düşünüyorum. 

Cumhurbaşkanlığı Külliyesi’nde kül­tür-sanat anlamında ne tür faaliyetler yürütüyorsunuz? Beştepe’ye has bir kül­tür-sanat politikası var mı? 

Elbette. Türkiye’nin sanat ve kültür biriki­mini yansıtacak bir perspektifle bu faaliyet­leri organize ediyoruz. Birçok resepsiyonda programlar, konserler oluyor. 2 bin kişilik bir kongre merkezimiz var. Orada çok üst düzey sanat eserleri icra edildi, bundan sonra da edilecek. Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkest­rası’nın konserleri var. 

Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkest­rası ‘‘eski Türkiye’’nin modern bir tem­sili kurumu. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın orkestraya mesafesi nasıl? 

Adı üstünde Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası bu, onlar da eserlerini icra eder­ler. Bununla ilgili en ufak bir sorunumuz yok. Ama bazen sanki her kültür faaliyetine Cum­hurbaşkanı’nın katılması gerekiyormuş, ancak o katılırsa buna değer veriliyormuş gibi bir algı var. 

Peki, Cumhurbaşkanı’nın klasik müziğe karşı bir mesafesi var mı?

Cumhurbaşkanı olarak bunların hepsini kucaklayan bir insan. Ama şahsi olarak kendisini bir müzik tercihi vardır. Sanat müziğini, tasavvuf müziğini sever. Türküleri, Anadolu’nun seslerini daha çok seviyor. Bu da gayet doğal, her insanın kişisel tercihleri vardır. Ben Batı klasik müziğini severim ama halk müziği çalıp söylüyorum. 

Semih Kaplanoğlu’nun ‘Buğday’ filminin galasının Külliye’de yapılmasının ardından yaşanan tartışmalara ne diyorsunuz? 

Semih Kaplanoğlu’nun filmi uluslararası çapta, birçok ödülün de sahibi olan bir filmdir. Cumhurbaşkanı’nın da buna sahip çıkması, himaye vermesi gayet doğaldır. Cumhurbaşkanlığı olarak birçok projeye himaye veriyoruz. Orada da öyle ideolojik bir ayrım yapmıyoruz, işin kalitesine bakıyoruz. Bu bir konser, sinema projesi veya kitap projesi olabilir. 

Kültür Bakanlığı’nın verdiği desteğin dışında Cumhurbaşkanlığı’nın da verdiği bir destek mi var? 

Evet. Maddi destek vermiyoruz ama himaye veriyoruz. O himayeyle onlar da belli görüşmeler yapıyorlar. Orada da ideolojik ayrıma gitmiyoruz, işin kalitesine bakıyoruz. 

O işin başında kim var? 

Bir kurul var. O kurulda Kültür Bakanlığı Müsteşarı, Cumhurbaşkanlığı’ndan isimler, dışarıda yazarlar, düşünürler, Yunus Emre Enstitüsü Başkanı var. 7-8 kişilik bir komisyon gelen projelere bakıp değerlendiriyor. Hakikaten birinci önceliğimiz kalite. Nitelikli bir iş varsa buna himaye veriyoruz. Yoksa çok ideolojik bir perspektiften bakmıyoruz.

Külliye’de bir kütüphane hazırlığı var. Nasıl bir vizyonla hazırlanıyor, ne zaman tamamlanacak, içeriği kim yönetecek? Mimarı Şefik Birkiye’ymiş. Nasıl bir proje olacak?

Türkiye’nin en büyük kütüphanesini inşa ediyoruz. Mekan olarak örnek gösterilecek bir bina olacak. Şu anda 5 milyon kitap kapasitesi hedefleniyor ama bu artacak. Bu da matbu 5 milyon, elektronik yayınları saymıyorum. Altyapısı çok güçlü, 24 saat bütün okuyuculara ve araştırmacılara açık olacak. İçinde çok güzel bölümler var. Araştırmacılar için özel okuma odalar, toplantı salonları, genel okuyucu için okuma salonları olacak. Çocuklar için yapılmış ayrı bölümler var. Çocuk bölümü, sadece kütüphanenin bir kısmını çocuklara ayırdığımız bir bölüm değil. Çocuk kütüphanesi halısıyla, masasıyla, raflarıyla, renkleriyle çocuklara hitap eden bir bölüm olacak. Nadir eserler olacak. 

Sizin de müziğe ilginiz malum. En son ‘Milletin Duası’ bestesini yaptınız. Yeni besteler var mı?

‘Milletin Duası’ bestesini Yavuz Bingöl ve Ümit Yılmaz’la birlikte yaptık. Sözünü ve müziğini birlikte yazdık. Afrin Harekatı devam ederken, cephede savaşan askerimize ve onlara dua eden milletimize moral ve motivasyon verecek, onların fedakarlık duygusunu ifade edebilecek bir eser ortaya koyalım dedik.

Yeni besteler her zaman olur. Bu bir kıvama gelme, o duyguyu yakalama meselesidir. Şu anda seçim atmosferi var, programlar yoğun. Tam istediğim kadar vakit ayıramıyorum. Müzik ve sanatla ilişkim bir hobi, boş vakitleri geçirmen için yaptığım bir şey noktasında değil. Ben onu kendimi gerçekleştirmemin, varlığı anlamlandırma çabamın ve yaptığım işin bir parçası olarak görüyorum. Çünkü bunlar beni daha zenginleştiren, yaptığım işi daha anlamlı hale getiren işler. Bizatihi kıymetli ve önemli oldukları için yapmaya çalıştığım şeyler. 

Cumhurbaşkanı Erdoğan ne diyor? ‘’Yahu bırak bu işleri, devlet işleriyle ilgilen’’ mi diyor, yoksa destekliyor mu? 

Sağ olsun destekliyor. Bunun önemini bildiği için takdir de ediyor. Devlet geleneğimize baktığınız zaman, devlet adamlarının çok yönlü hezarfen insanlar olduklarını görürsünüz. Yeri geldiğinde padişahlar, yeri geldiğinde vezirler bestekar, hattat, marangoz olmuş. Bu, çok yönlü devlet geleneğimizin bir parçası olarak görülmeli diye düşünüyorum. Aslında yaşadığımız çağ da biraz hezarfen olmayı gerektiriyor. 

Son dönemde Van Gogh üzerine yoğunlaştığınızı biliyorum. En son ne izle­diniz, ne okudunuz, ne dinlediniz? 

Sinemada en son Loving Vincent’ı izle­dim. Nuri Bilge Ceylan’ın ‘Ahlat Ağacı’ filmini de ilk fırsatta izlemek istiyorum. Büyük ihti­malle seçimden sonra olur. Aynı anda bir­kaç kitap okuyanlardan birisiyim. Şu anda elimde Zygmunt Bauman’ın ‘Liquid Times’ kitabı var. Her ne kadar eski bir kitap da olsa tekrar okumak iyi oluyor. Doğu-Batı ve İslam düşüncesiyle ilgili de eşzamanlı okuduğum için elimin altında her zaman İslam düşün­cesinden birkaç kitap olur. Farabi’den, İbn-i Sina’dan, Molla Sadra’dan, İbn-i Harabi’den mutlaka okumalarım olur.

 Fransa'da Le Point Dergisi'nde Cumhurbaşkanı Erdoğan'ı "diktatör" ifadesiyle kapak yapması çok tartışma yarattı. Avrupa'da yaşayan Türk vatandaşları sert tepki gösterdiler, protesto ettiler. Fransız Cumhurbaşkanı Macron, Twitter üzerinden "Basın özgürlüğü paha biçilemez; onsuzluk diktatörlüktür" mesajıyla üstü kapalı dergiye destek verdi. Fransa'da sol bir derginin böyle bir kapakla çıkması ve ardından Avrupa'da yaşayan bazı Türk vatandaşlarının bunu protesto etmesini ele alırsak; bu ikisi demokraside fikir ve protesto hürriyeti çerçevesinde kabul edilemez miydi?

Edilebilirdi. Bizim bir dâhilimiz olmadı. Vatandaşlarımız inisiyatif kullandılar. Biz dergiyi kınadık Sayın Macron dergiye sahip çıkıyorsa o vatandaşların protesto hakkına da sahip çıkmalı. İş şiddete varmadığı müddetçe demokratik bir haktır. Fakat burada "diktatör" söyleminin hangi amaçla gündemde tutulduğuna bakmak gerekiyor. 

Nedir amaç? 

Küresel konularda Batı'ya ayna tutan Tayyip Erdoğan'dan duyulan rahatsızlıkla ilgili; bundan bağımsız düşünemeyiz. Basın özgürlüğü "hakaret özgürlüğü" demek değildir. Siz bir ülkenin seçilmiş liderine saldırdığınızda, hedef gösterdiğinizde insanların buna tepki göstermesi gayet doğaldır. Aynı günlerde Almanya'da, bir Alman karikatürist Netanyahu'yu eleştiren bir karikatür çizdiği için işinden atıldı. Bu konularda basın özgürlüğü savunuculuğu yapanlar, çıkıp bununla ilgili bir açıklama yaptılar mı? "Bu adamın işinden atılması basın özgürlüğü ile çelişir" dediler mi? Hayır. Orada gayr-ı mektup, yazılmamış, üstü örtülü adeta bir konsensüs var; belli konulara girilmez. Girildiği zaman bunu gereği yapılır. Amerika'da da bunun örnekleri var. Birisi için "basın özgürlüğü" olarak savunduğunuz şeyi, bir başkası için "işine son verme" şeklinde değerlendiriyorsanız; tutarlı davranmıyorsunuz demektir. 

Sizin bu konularda attığınız bir tweet dikkatimi çekti: "Masalları olan bir coğrafyanın çocuklarıyız, bize 150 yıldır modernleşme adı altında başkalarının hikayeleri anlatıldı. Artık kendi hikâyemizi yazma zamanı geldi" demişsiniz. Bu bir modernizm eleştirisi mi? Modernizme ve Türkiye'nin modernleşme hikâyesine nasıl bakıyorsunuz? 

Bizim çarpık modernleşme tarihimizin sırtımıza yüklediği ağır yükler var. Sahte dikotomiler var: gelenek-modernite, devlet-millet, birey-toplum, özgürlük-değer, özgürlük-güvenlik gibi. Bu dikotomilerin ya da çelişkilerin önemli bir kısmı yaşadığımız bu modernleşme tecrübesinin önümüze koyduğu sonuçlardır. Biz modernleşmeyi, çok rahat, özgür ve müreffeh bir ortamda yaşamadık. Bir imparatorluğu, toprağımızı, insanlarımızı kaybettik; yeni bir devlet kurduk. Bütün bu acıları yaşarken bir tarafta da modernleşmeye çalıştık. Anadolu, Mısır, Ortadoğu, Pakistan ve Hindistan'da modernlik dendiği zaman; insanların aklına gelen şey Descartes'ın felsefi tezleri, Kant'ın Saf Aklın Eleştirisi, Fransız İhtilali'nin özgürlük, kardeşlik sloganlar değildi; Avrupa'nın kolonyal ordularıydı. Kendi topraklarını işgal eden, ülkelerini bölen, kaynaklarını sömüren Fransız ve İngiliz emperyalizmleriydi. 

Modernizmin yerine onu aşan evrensel, yeni bir paradigma öneriyor musunuz? Ya da çözüm, modernizmin öncesine dönüp kalınan yerden aynı şekilde devam etmek mi?

Moderniteyi bir tabu olarak görmemek gerekiyor. Modernite'ye, aydınlanma aklına yönelik Batı'dan gelen ciddi eleştiriler var. Bir kere bizim bu tartışmalara uzak kalmamamız gerekir. Moderniteyi eleştirdiğiniz zaman; "Demek ki sen akıl, bilim, özgürlük düşmanısın" diye bir yaftayla karşılaşıyoruz. Bu seviyesiz tartışmayı bir kenara koymak lazım. Akıl, özgürlük, değer, birey, kolektivite ya da toplum ilişkisi nedir? Bütün bunları açık ufuk perspektifinden tartışabilmemiz lazım. Bunu yaparken Batı'nın düşünce birikiminden de istifade etmeliyiz; ama kendi geleneğimizden de mutlaka beslenmek durumundayız. Kant, Hegel, Hobbes, Locke gibi düşünürler ve filozoflar bir aydınlanma düşünürleri nasıl kendi tarihi birikimlerinden, coğrafyalarından, medeniyetlerinden hareketle bir dünya inşa edip düşünce sistematiği ortaya koydularsa aynı özgürlüğe ve hakka biz de sahibiz. Dolayısıyla, Mevlana'nın "pergel" benzetmesiyle söyleyecek olursak; pergelin iğnesini kendi coğrafyamıza sabitleyip bütün alemi seyr-i temaşa edebiliriz. Bu bizi daha da zenginleştirir. Modernizm eleştirisi mutlaka daha kapsamlı bir şekilde yapılmalı. 

Başbakan Irak'ın kuzeyine 11 üs bölgesi oluşturulduğu bilgisini verdi. İçişleri Bakanı Süleyman Soylu, ''Kandil artık uzak bir hedef değil'' dedi. Hükümet Sözcüsü Bekir Bozdağ da ''Her an her şey olabilir'' dedi. Kandil'e yakın zamanda bir operasyon söz konusu mu?

Şu anda etrafında devam ediyor zaten. Terörle mücadele kesintisiz bir şekilde devam ediyor. Bazen ülkenin diğer sıcak siyasi konularına yoğunlaşıyoruz. Kamuoyunda ve basında sanki oradaki mücadele devam etmiyormuş gibi bir algı oluşabilir. Tam tersine, terörle mücadele Irak'ta da Suriye sahasında da yoğun bir şekilde devam ediyor. Afrin'deki operasyon hala devam ediyor. Sıcak çatışma bitti ama orada güvenliğin sağlanması, Afrin'den kaçanların evlerine dönmeleriyle ilgili çalışma yoğun bir şekilde halen devam ediyor. Genelkurmay Başkanlığımız, Milli İstihbarat Teşkilatımız, jandarma, dışişleri bakanlığımız ve Cumhurbaşkanlığımız yoğun bir çalışma içerisinde, bunu Ruslarla, İranlılarla koordine ederek yapıyor. İdlib bölgesinde 12 tane askeri gözlem noktası kurduk. Bu çalışmalar tamamlandı ama oradaki faaliyetler devam ediyor. Aynı şekilde Irak'ta da devam ediyor. Baştan beri Irak makamlarına hep söylediğimiz, ''Kendi topraklarınızın komşu Türkiye'ye karşı terör amaçlı kullanılmasına izin vermeyin'' oldu. ''Bunu siz yapamıyorsanız, müsaade edin biz yapalım'' dedik. Zaten bugüne kadar da Irak topraklarında sınır ötesi operasyonlar hep bu anlayışla, belli bir anlaşma çerçevesinde yapıldı. Şu veya bu gerekçelerle Irak makamları bugüne kadar PKK'nın oradaki varlığını ortadan kaldıracak adımları atamadılar. Halbuki geçen sene Musul, DEAŞ'tan kurtarıldığı zaman, ''Tebrik ediyoruz. Bu çok önemli bir gelişme. Gelin aynı motivasyonla PKK terör örgütünü de Irak topraklarından temizleyelim. Çünkü bu size de bize de tehdit. İkili ilişkilerimizi zora sokan bir unsur. Bunu ortadan kaldıralım. Bununla ilgili de biz üzerimize düşen her şeyi yapmaya hazırız'' dedik. Dolayısıyla bu devam ediyor. 

Bir yandan da, '' Artık Kandil'in o kadar önemi yok. Örgüt asıl Sincar bölgesinde konuşlanıyor'' deniyor. Sincar'a bir operasyon söz konusu olur mu?

Daha önce oraya ve civarına bir iki hava harekatı yaptık. Sincar'ın ikinci bir Kandil olmasına da asla izin vermeyeceğiz. Bu konuda kararlılığımız çok net ve Irak makamlarıyla da bu konuda temasımız gayet iyi. Irak Kürtleriyle Türkiye Cumhuriyeti'nin ilişkileri dönem dönem inişli çıkışlı aşamalardan geçmiştir. Ama son 10 yıla baktığınız zaman bu bağımsızlık referandumu meselesine kadar hakikaten iyi bir ilişki kuruldu. Orada Erbil bir hata yaptı. Erbil'de kime sorsanız da bunu kabul ediyor. Sonucunu görerek veya görmeyerek, Irak'taki siyasal ve bölgesel dengeleri gözardı ederek, hukuki şartları son derece zorlayarak bu referanduma gittiler. 

PYD’nin varlığına ABD de Rusya da olumlu bakıyor. Sadece Esad, ‘’PYD gitsin’’ diyor. Yaşamsal çıkarlar örtüşüyorsa Türkiye bu konuda Esad’la görüşür mü? 

Şu anda Esed’le herhangi bir temasımız yok. Çünkü meşruiyetini yitirmiş, bu kadar insanın kanına girmiş bir yönetimle şu an müzakere edecek bir şeyimiz yok. Sınır güvenliğimizi sağlamak ve Suriye’deki savaşın sona ermesi için siyasi süreçleri hızlandırmak önceliklerimizdir. Üçüncü olarak orada Suriye halkının meşru temsilcilerinin Suriye’nin geleceğini belirlemesini sağlamayı hedefliyoruz. PYD-YPG, PKK terör örgütünün bir parçası olduğu için onlara verilen her destek PKK’ya verilmiş bir destektir. Bu, Suriye’nin toprak bütünlüğünü, toplumsal bütünlüğünü tehlikeye atan bir şeydir. Temel itirazımız bu. Yoksa Suriye Kürtleriyle herhangi bir sorunumuz asla söz konusu değil. Tam tersine Suriye Kürtleri de dahil olmak üzere bütün Suriyelilerin can ve mal güvenliği için bir çaba içerisindeyiz. 

Bir yandan da Rusya ile ilişkiler gündemde. Ama Rusya’nın da Suriye konusunda Türkiye ilke ilişkisi dikkat çekici. Zeytin Dalı Harekatı’na onay veriyorlar ama PYD’nin büroları Moskova’da açık. Bu anlamıyla biz Rusya’ya gereğinden fazla mı güveniyoruz? 

Rusya ve İran’la birlikte yürüttüğümüz Astana Süreci 5-6 yıllık döneminde başarılı olmuş mekanizmalardan bir tanesi. Sonuç ürettik, ateşkes sağlandı. Cenevre ile birlikte Astana Süreci’ni de yakınlaştırarak oradan bir siyasi netice elde etmeye çalışıyoruz. En son Soçi’de yapılan ulusal kongreden sonra şimdi bir anayasa yazılması için bir komisyon oluşturulacak. Bütün bunlar Astana şemsiyesi altında oluyor, dolayısıyla buralarda Rusya ile ortak çalışıyoruz. Tabii ki Esed’in geleceği konusunda Rusya’yla ve İran’la görüş ayrılıklarımız var. Bize göre Esed’in artık gitmesi, geçiş sürecinin hareket geçirilmesi gerekiyor. Rusya ve İran’ın biraz daha farklı bir bakışı var. Bu ihtilafları minimize etmeye çalışıyoruz ama bu beraber çalışmayacağımız anlamına gelmez.