Gündem

CHP'li Sarıhan: 15 temmuz darbe girişimi sonrası OHAL gerektirecek koşullar söz konusu değildi

'Darbe süreci, 20 Temmuz 2016 tarihinden sonra başladı'

22 Temmuz 2017 13:27

15 Temmuz darbe girişiminin ardından ilan edilen OHAL'in birinci yılını doldurdumasının ardından Siyaset bilimci Doç. Dr. Galip Yalman ile 12 Eylül’ü de avukat olarak yaşayan CHP Ankara Milletvekili Şenal Sarıhan  kanun hükmünde kararnameleri (KHK) değerlendirdi. "Darbe girişiminin ardından OHAL gerekli miydi?" sorusuna Sarıhan, "Yapılması gereken, yakalanmış olan eylemciler ve arkalarındaki güçlere ilişkin olarak etkin bir adli sürecin işletilerek, sorumluların cezalandırılması sürecine başlamak olmalıydı" diyerek "Devletin, bu olay karşısında Anayasa’nın 119, 120. ve 122. maddelerinde tanımlanan olağanüstü yönetim biçimlerine yönelmesini gerektirecek koşullar söz konusu değildi" dedi.

Birgün gazetesinden Nurcan Gökdemir ve Hüseyin Şimşek'in "Kravatlı darbe-3" yazı dizisinin tamamı şöyle:

15 Temmuz’u 16 Temmuz’a bağlayan gece bastırılan darbe girişimi, beş gün sonra ilan edilen OHAL ve yaşananlarla bağlantısı kuşkulu düzenlemeler içeren 26 KHK. Siyaset bilimci Doçent Dr. Galip Yalman ile 12 Eylül’ü de avukat olarak yaşayan CHP Ankara Milletvekili Şenal Sarıhan, geride kalan bir yılda AKP’nin adım adım inşa ettiği yeni rejim çerçevesinde “OHAL niye gerekliydi?” sorusunu yanıtladı

“Rejim değişikliğinde OHAL kritik rol oynadı”

ODTÜ, Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü öğretim üyesi Doçent Dr. Galip Yalman

-OHAL KHK’leri ile kritik düzenlemeler hayata geçiriliyor. Yargı, yürütme, yasama, kısaca kamu yeniden yapılanıyor. Sizce bu düzenlemeler Türkiye açısından nereye doğru bir gidişe işaret ediyor?

Hemen şunu hatırlatarak başlayayım. Türkiye 12 Eylül 1980’den bugüne otoriter bir devlet biçimi çerçevesinde yaşıyor. Askeri rejim koşullarında, %92 oy alarak kabul edilen 1982 Anayasası bunu meşrulaştırmıştı. Değişik aşamalarda gerçekleştirilen anayasa değişiklikleri, gündelik yaşamı ve yapılan siyasal tartışmaları belirleyen bu somut gerçekliği değiştiremedi. O nedenle, 90’lı yıllardan itibaren yaşanan değişimi hala bir otoriter devlet biçimi çerçevesinde, kimlik siyasetleri temelinde demokratikleşme çabaları olarak değerlendirmiştim.

Ne var ki, 12 Eylül 2010 referandumuna kadar, bu çabalar, rejimin “normalleşmesi”, “vesayet rejiminin sona erdirilmesi” vb. söylemler eşliğinde sürdürüldüğü için, devletin otoriter biçiminin sorgulanması tartışma gündeminin dışında kaldı ya da bilinçli olarak bırakıldı. Bir başka deyişle, demokratikleşme sorununa, toplumsal güç ilişkilerinin belirlediği parametrelere dokunmaksızın, çözüm arandı. Üstelik, 1982 Anayasasının yürütme erkine tanıdığı ve Turgut Özal’ın başbakanlığı sırasında adeta suistimal edilerek kullanılan geniş yetkiler fazla sorgulanmadan sürdürülen bir tartışma gündemi söz konusuydu. Bir örnek vermek gerekirse, 1985 yılındaki bütçe kanunu ile borçlanma yetkisi, TBMM’den Hazine’ye, yani yürütmenin bir organına devredilebilmiş, bu bir bakıma, devletin uzun yıllar altında ezileceği yeni bir iç ve dış borç sarmalının başlangıcını oluşturmuştu.

Dolayısıyla, aradan yıllar geçti, parlamenter bir rejimde, sorumsuz ancak belli yetkileri olan bir cumhurbaşkanının, halkoyu ile seçilmesini sağlayan 2007’deki anayasa değişikliği bile rejim değişikliği yönünde atılan bir adım olarak irdelenmedi. Yasamanın, parlamenter rejimlerin tanımlayıcı özelliklerinden biri olan devlet başkanını seçme hakkından (bkz. Almanya, İtalya, Portekiz, Yunanistan, vb.) yoksun bırakılması ile yasama ve yürütme arasındaki ilişkiler yeni bir mecraya girmiş oldu. 2010 referandumu sonucunda, vesayet rejiminin kurumlarına son veriyoruz sloganı ile, yargı bağımsızlığı da zedelendi. Böylece, 1982 Anayasasının zaten güçlendirdiği yürütmenin, yasama ve yargı ile ilişkileri, bu düzenlemelerle iyice dengesiz bir hal aldı. Buna rağmen, bilindiği gibi, 2010 sonrasında, pratikte önemini büyük ölçüde yitirmiş olsa da, güçler ayrılığının, yürütmeyi engellediği şeklinde bir söylem iktidar partisi tarafından giderek daha fazla seslendirilmeye başlandı.

2014 yılında yapılan Cumhurbaşkanlığı seçimleri öncesinde, bir gazete mülakatında sorulan bir soruya yanıt olarak, özetle şöyle bir değerlendirme yapmıştım: “Recep Tayyip Erdoğan’a oy vermek, bugüne kadar ki yönetim tarzından memnun olmak ve devam etmesinden yana olmak anlamına geldiği gibi, anayasal çerçevede bir rejim değişikliği için sayın Erdoğan’a açık kart vermek anlamına da gelecektir.”

Bu yapılması zor bir öngörü değildi, ama aradan geçen sürede yaşanan gelişmeler, ne yazık ki bu tesbiti doğruladı. Tabii, 15 Temmuz darbe teşebbüsü ve izleyen OHAL süreci yaşanmasaydı, 16 Nisan anayasa referandumu ile hedeflenen rejim değişikliği, gündeme gelebilirmiydi sorusunu da sormak mümkün. Ancak soruyu, bu süreç yaşanmasaydı, mevcut iktidar adına bu değişiklikleri savunanlar, söz konusu anayasa değişiklikleri ile hedeflenenin, bir rejim değişikliği olmadığını ileri sürebilirlermiydi, diye de sorabiliriz. Kısacası, rejim değişikliği sürecinin, 16 Nisan öncesinden başlayarak, adım adım yaşanmasında OHAL yönetiminin kritik rol oynadığına kuşku yok.

“Ara dönemdeyiz”

-Yaklaşık bir yıl önceki bir söyleşinizde "bir otoriter devlet biçiminden başka bir otoriter devlet biçimine geçiş" şeklinde bir süreçten bahsediyorsunuz. Bunu açabilir misiniz? “Devletin dönüşümü” olarak anılan süreç mi hayata geçiyor?

Şimdi gelelim, yaşanan sürecin sadece bir rejim değişikliği olarak tanımlanmasının yeterli olup olmadığı sorusuna. Yine bir hatırlatma yapmak gerekirse, özellikle 2013-2014 kışından başlayarak, ülkemizde bir “rejim krizi” ve/veya “devlet krizi” tartışması pek revaçtaydı. Çok farklı konum ve düşüncedeki siyasetçilerin ve yorumcuların bu tartışmaya yaptıkları katkıların üzerinden çok zaman geçmedi, ama gündem hızla değiştiği için belki unutuldu. Cumhurbaşkanı seçimlerinden sonraki dönemde, özellikle Kasım 2015’teki milletvekili seçimlerden sonra rejim tartışması, rejimin otoriterleşmesi sorunsalı çerçevesinde gelişti. Rejimin otoriterleşmesi denilen, aslında otoriter devlet biçimi temelinde ama bu sorgulanmadan, “prosedürel demokrasi” olarak nitelenebilecek siyasal rejimin, prosedürlerinin kademeli olarak budanmasından duyulan rahatsızlığın bir ifadesiydi.

Ne var ki, o tartışma ve katkılar, rejim sorunsalı içinde sıkışıp kaldıkları için demokratik bir devlet biçimini gündeme getirebilecek açılımların tartışılmasına olanak tanıyacak bir içeriğe sahip değildi. Toplumsal bütünlüğün yeniden üretilmesinde, yeniden oluşturulmasında toplumdaki egemen sınıflar bütünlüğü, bir başka deyimle, iktidar blokunun yapısı ve değişimi de tartışmanın odağında değildi.

15 Temmuz darbe teşebbüsü ve onu izleyen OHAL ilanı ile başlayan süreçte ise, rejimin otoriterleşmesinin, eski deyimle, kuvveden fiile çıkarılmasından söz edilebilir. Olağanüstü halin olağanlaşması vb. yapılan tanımlamalar bunun değişik ifade biçimleri gibime geliyor. Aslında 16 Nisan’dan bu yana bir ara dönemdeyiz, Söz konusu anayasa değişiklikleri ile gerçekleşecek siyasal rejim değişikliği süreci henüz tamamlanmış değil.

Öte yandan, rejim kavramını daha farklı bir içerikle, AKP rejimi vb. ifadelerde görüldüğü gibi kullanmakta yaygın. Bu tür kullanımlarda, Gramsci’nin kavramları ile ifade edilirse, bir tarihsel blok oluşum süreci kastedildiği anlaşılmaktadır. Bu bağlamda devletin dönüşümü vb. ile kastedilen, siyasal rejim değişikliklerinin ötesinde, yeni bir toplumsal iktidar kurma stratejisini çağrıştırmaktadır. Bu tabii yaşadığımız sürece ilişkin tartışılmaya değer bir sorunsallaştırma. Ancak, devletin biçimi, siyasal rejim ilişkisinin sorgulanması gereğini

1980’lerde Batı Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde görüldüğü gibi siyasal rejim değişmeden devlet biçimi değişikliği olabildiği gibi, biz de 12 Eylül sonrasında, 1982 Anayasası çerçevesinde yaşandığı gibi, devlet biçimi değişmeden de rejim değişikliği olabiliyor. Bu bağlamda, farklı ülke deneyimleri, ve tarihsel süreçler incelendiğinde, kapitalist devletin farklı biçimleri arasındaki geçişkenlikler, daha çok demokratik olan ve olmayan biçimler arasındaki dönüşümler ve sınıf mücadeleleri olarak incelendi ve dersler çıkarılmaya çalışıldı. Halbuki günümüzde, otoriter devlet biçimi temelinde yaşanan ekonomik ve siyasal bunalımlarla birlikte yürütme erkini güçlendiren, salt rejim değişikliği olarak nitelenmesi mümkün olmayan süreçlerin, adını koymakta zorlansak da bir otoriter devlet biçiminden, bir başka otoriter devlet biçimine geçiş sorunsalı kapsamında tartışılmasının gerekli olduğunu düşünüyorum.

“Mücadele gerekli ancak zorlu”

-Uzun vadeli düşünürsek olağanüstü hal koşullarında toplumsal ve siyasal muhalefeti güçlendirmek için nasıl bir yol izlenmeli? Referandum sürecinde Hayır çalışmasının yarattığı motivasyon ve Adalet Yürüyüşü / Mitingi gibi kitlesel eylemlerin etkisini nasıl değerlendirebiliriz?

Yukarıdaki irdelemeler anlamlı ise, o takdirde, bu süreçte meseleyi sadece bir rejim değişikliği mücadelesi ile sınırlı görmemek, aynı zamanda, sözlü ve fiziki şiddetin farklı yöntemlerinin kullanıldığı koşullarda, farklı kesimlerin toplumsal hak temelli mücadelelerini özgürce verebilecekleri, demokratik bir devlet biçimine geçişi sağlayacak, siyasal stratejilerin geliştirilebilmesi üzerinde durmak önem kazanmaktadır. 16 Nisan öncesindeki Hayır kampanyasının, en azından ülkenin belli bölgelerinde edindiği deneyim ve kazanımlar kadar, Adalet Yürüyüşü ve Maltepe mitinginin yarattığı umut ve beklentilerin de boşa çıkmaması için bunun kaçınılmaz olduğu açık.

Bu açıdan, günümüzde İspanya’dan, Yunanistan’a kriz koşullarında ortaya çıkan toplumsal hareketlerle, güç verdiği siyasal oluşumlar arasındaki ilişkilerden çıkarılacak dersler var kuşkusuz. Bunun yanısıra, İngiltere’de, İşçi Partisi’nde Jeremy Corbyn parti genel başkanlığına geldikten sonra, bir düzen partisinin yeniden yapılanmasında bir toplumsal hareketin ne denli önemli rol oynayabileceğine ilişkin zengin bir deneyim yaşanmakta. Bir başka deyişle, bu deneyimler, rejim değişikliği olmadan, devlet biçimi değişimi yaşanmış bu ülkelerde, yine rejim değişikliği yaşanmadan, neoliberalizme ve onun yarattığı krizden çıkış stratejilerine karşı mücadelenin nasıl verilebileceği konusunda ilgiyle izlenmeye değer bir laboratuvar sunuyor, öğrenmek isteyenlere. Bizim ülkemizdeki koşulların bir çok açıdan farklı ve verilmesi gereken mücadelenin dolayısıyla çok daha zorlu olduğunu unutmadan.

OHAL AKP’nin “Yeni Türkiye”si için gerekliydi

CHP Ankara Milletvekili ve TBMM İnsan Haklarını İnceleme Komisyonu Başkanvekili Şenal Sarıhan:

Darbe girişiminin ardından OHAL gerekli miydi?

12 Mart ve 12 Eylül darbelerinin yaraları henüz sarılmamışken, Türkiye 15 Temmuz gecesi, yeni bir darbe girişimi ile karşı karşıya kaldı. Daha önce yaşanmış olan darbe olaylarından zaman ve yöntem olarak çok farklı bir biçimde gerçekleşen darbe, girişimi nerede ise birkaç saat sonra önlendi. Kısa sürmesine karşın halkın başına yağdırılan bombalarla 248 kişinin yaşamına mal olan kalkışma, devletin güvenlik güçleri sayesinde kısa sürede bastırılmış oldu.

Bu durum, hukuk penceresinden bakarak değerlendirildiğinde, devletin, kalkışma karşısında güçlü olduğunu, ayrıca kalkışma merkezlerinin birkaç kentle sınırlanmış olması nedeni ile ülke çapında baş edilemeyecek, olağanüstü bir durumun olmadığını gösteriyordu. Geceden başlayarak, iktidar yetkilileri, yaptıkları açıklamalarla duruma hakim olduklarını da kamuoyuna açıklamışlardı. Devlet, darbe girişimcilerinin önemli bir bölümünü aynı gece yakalamıştı. Yapılması gereken, yakalanmış olan eylemciler ve arkalarındaki güçlere ilişkin olarak etkin bir adli sürecin işletilerek, sorumluların cezalandırılması sürecine başlamak olmalıydı. Devletin, bu olay karşısında Anayasa’nın 119, 120. ve 122. maddelerinde tanımlanan olağanüstü yönetim biçimlerine yönelmesini gerektirecek koşullar söz konusu değildi. “Şiddet olaylarının yaygınlaşması ve kamu düzeninin ciddi şekilde bozulması” koşullarına bağlı olarak, ilan edilebilecek olan OHAL ya da sıkıyönetim ilanını gerektiren bir durum da ortada yoktu. Olayın, sınırlı bir alanda gerçekleşmesi nedeni ile yaygın bir şiddet olayından söz edilemeyeceği gibi, temel hak ve özgürlükleri ortadan kaldıracak yoğunlukta şiddet eylemleri de yaşanmıyordu. Anayasa’nın 122. Maddesinde tanımlanan “temel hak ve özgürlükleri ortadan kaldırmaya yönelik ve olağanüstü hal ilanını gerektiren hallerden daha vahim şiddet hareketlerinin yaygınlaşmasından” da söz edilemezdi. Bu gerçekliğe karşın, olağanüstü hal ilanına karar verildi. Olağanüstü halin ilan edildiği 20 Temmuz 2016 tarihinden başlayarak, gerçek anlamda yeni bir “sıkıyönetim- darbe” süreci uygulamaları başlamış oldu.

"Ayağa kalkmalıyız"

“Allah’ın bir lütfu” sözleri niyeti ortaya koyan bir değerlendirme olarak kabul ediliyor. Sizce de böyle mi?

Bu sorunun yanıtını 15 Temmuz’u “Allah’ın bir lütfu olarak” değerlendiren zihniyetin bu süreçteki uygulamalarına bakarak kolayca verebiliriz. OHAL’in gerekli olmamasına karşın ilanıyla yürürlüğe giren koşullar, OHAL’in bir hukuk rejimi olduğu ve OHAL koşullarında da uyulması gereken hukuk kurallarına bağlılık gerektirdiği gerçeğini unutturmamalıydı. Ne yazık ki darbenin üzerine “mal bulmuş Mağribi” gibi atlayan İktidar, 15 Temmuz’un ardından darbe sonrası için oluşturulan B planını devreye koyarak, hukuk, evrensel değerler, uluslararası sözleşmeler gibi kendisi için “ayak bağı” gördüğü tüm insanlık kazanımlarını “buzdolabına” kaldıracağı bir süreç başlattı.

OHAL’in ilanına neden olan olması gereken “Fetullahçı Terör Örgütü” olarak tanımlanan kişi ve grupların yanına TMK kapsamında yargılanan kişiler de dahil edilerek 3713 Sayılı Yasa kapsamında yargılananlar da OHAL torbasına atılmış oldu.

Olağanüstü halin ilan edildiği 20 Temmuz 2016 tarihinden başlayarak, gerçek anlamda yeni bir “sıkıyönetim- darbe” süreci uygulamaları da başlamış oldu.

23 Temmuz 2016 Cumartesi günü Resmi Gazete’de yayınlanarak yürürlüğe giren 667 Sayılı ilk KHK ile; gözaltı süresinin otuz güne çıkarılmasından, görevden alınan kamu görevlilerinin bir daha kamuda istihdam edilmeyerek açlığa mahkum edilmelerine, kapatılan kurum-kuruluşların mal varlıklarının Vakıflar Genel Müdürlüğü ve Hazineye bedelsiz devrinden, mağdur ve tanık anlatımlarının adli kolluk görevlileri tarafından da alınabileceğine kadar evrensel hukuk ilkeleriyle bağdaşmayan pek pek çok düzenleme getirildi.

İlk KHK’yı izleyen 25 kararnameyle yaklaşık 115 bin kamu görevlisi haklarında, hiçbir adli ve idari soruşturma olmaksızın tamamen sözde “istihbarat” bilgileriyle ihraç edilirken, 71 binin üzerinde gözaltı, 50 binden fazla tutuklama yapıldı. 162 bin kadar kişi hakkında işlem yapılırken, 47 bin küsur kişi adli kontrol şartıyla serbest kaldı, 7 bin 605 kişi hakkında yakalama kararı çıkartıldı. 140 bin pasaport iptal edilirken işsiz kalan 124 bin kişi ile Türkiye dışarı çıkılması yasak yarı açık bir cezaevine dönüştürüldü.

Adil yargılama hakkı kazanımları berhava edildi

Darbe girişimi nedeni ile gözaltına alınmış olanlar, gözaltı sürecinde işkence ve kötü muamelelere maruz kaldılar. Gözaltında bir hak olan avukat yardımı, ya hiç gerçekleşemedi ya da biçimsel olarak uygulandı. Avukatlar, gözaltında şüphelilere uygulanan kötü muameleye tanık oldular. Pek çok avukat, yaratılan baskı ortamı nedeni ile gözaltında hukuki yardım görevini yapamadı. Darbecilere yardım ettikleri ve onlardan oldukları gibi hakaret ve tehditlerin muhatabı oldular. Haklarında suç isnadı ne olursa olsun adil yargılanma hakkına sahip olması gereken şüpheliler, bu haktan yoksun bırakıldılar. Bu olumsuzluk, bugüne dek çeşitli mücadelelerle kazanılmış olan hakların neredeyse hepsini kullanılmaz hale getirildi.

Muhalif sesler kısıldı

Sivilleri ve özgürlüklerimizi etkilemeyeceği açıklamasıyla duyurulan OHAL’in faturasının kesildiği kesimlerin başında medya çalışanları ve gazeteciler vardı. Muhalif tüm basın ya cezaevi ile ya da kapatılma ile karşı karşıya kaldı.

OHAL boyunca 16 TV kanalı, 24 radyo, 63 gazete, 20 dergiyle birlikte toplam 178 medya kuruluşu kapatıldı. 167 gazeteci cezaevine konuldu. Yaklaşık 2 bin 500 gazeteci işsiz kaldı. Kapatılan yayınevi sayısı ise 30’u buldu. Bu uygulamalar, halkın haber alma hakkının ihlali olma yanında, kapatılan basın organları geniş bir işsizler ordusu yarattı.

Örgütlenme özgürlüğü 12 Eylül dönemlerini aratacak uygulamalarla tümüyle yok edildi. FETÖ ile mücadele adı altında çıkartılan KHK’larla kapatılan sivil toplum kuruluşları arasında onlarca kültür merkezi, insan hakları için mücadele eden, çocuk hakları alanında çalışan, cinsiyet eşitliğini inşa etmeye çalışan kadın kurumu da vardı. Hak savunuculuğu, muhalif olma “terör” faaliyeti olarak tanımlandı.

“Sandık demokrasisi” dahi işlemiyor

OHAL süresince, AKP’nin seçimle kazanamadığı Doğu ve Güneydoğu’daki belediyelere kayyum atanarak belediye başkanları da tutuklandı.Kayyum atanan belediye sayısı 82’i bulurken,85 belediye eş başkanı tutuklandı. Belediyelere bağlı 2 bin 22 çalışan işinden edildi. 585 belediye personeli açığa alındı.

“Milli irade” tutuklandı!

İktidarın son dönem siyasi söyleminin ayrılmaz bir parçası olan “milli irade” yok sayılarak milyonlarca oy almış olan milletvekilleri, hapsedildi. 11 HDP’Lİ 1’CHP’li vekil tutuklandı.28 HDP’li il başkanı, 89 ilçe eş başkanı cezaevine konuldu. 780 il ve ilçe yöneticisi ise an itibariyle cezaevinde.

“Totaliter rejimin kurbanlarıyız”

Geldiğimiz yer itibariyle her birimiz kendi yaşam deneyimlerimizde 15 Temmuz’da bu yana olan bitene bizzat tanıklık ederken diğer yandan adım adım inşa edilen Totoliter bir rejimin kurbanlarına dönüşmüş durumdayız.

Şimdi başta sorduğumuz “OHAL gerekli miydi?” sorusuna dönecek olursak yanıt ortada “Evet OHAL AKP’nin inşa etmek istediği “Yeni Türkiye”, için oldukça gerekliydi”

“Yeni Türkiye”, demokrasi ile vedalaşmış, adalet kurumunu bütünüyle iktidara teslim etmiş, parlamentoyu salt bir vitrine çevirmiş, yöneticiye itaat ederek kimlik kazanacak ve huzur duyacak kullar ülkesi olmaya doğru inişe geçmiş bulunuyor.

20 Temmuz sonrası yaşadıklarımız, gerçek darbeleri aratmayacak ağırlıkla omuzlarımıza yüklenmiş bulunuyor. Yol bulmak için yalnızca yollara düşmek yetmiyor. Birlik olmak, direnmek ve yaşanıp geride kalan darbe süreçlerini nasıl aştığımızı anımsayarak, umutla demokratik bir Türkiye ideali için ayağa kalkmak gerekiyor.

“Yaşattıkları onur madalyam”

Cezaevinde kanser olduğu ortaya çıkan ulusal ve uluslararası 18 ödüllü psikiyatr Prof. Dr. Haluk Savaş:

Darbe gibi devletin varlığına, gidişatına tümüyle müdahale etmeye girişen bir yapıyla ilişkim olmadığından açığa alındığımı öğrendiğimde mutlaka görevime iade edileceğimi düşünüyordum. Ancak bir gün 12 yaşındaki çocuğumun yurt dışı eğitiminin ardından ülkeye dönerken pasaportuna el konuldu, kanunsuz biçimde sorgulandı. “Ailen cemaatçi mi” sorusu yöneltildi. O an bunun normal bir gelişme olmadığını anladım. Daha sonra eşimle 27 Eylül gecesi gözaltına alındık. 28 Eylül’de de ben tutuklandım. Kanser olan eşim günlerce nezarethanede tutulduktan sonra serbest bırakıldı.

50 gün kaldığım cezaevinde hasta olduğumu anladım. Cezaevi doktoru beni bir süre bekletti. Ardından görev yaptığım üniversite hastanesinde beni ellerim kelepçeli olarak dolaştırdılar ve doktora gösterdiler. Kanser olduğumu da tahliller sonucunda orada öğrendim. Hastanedeyken beni ayağımdan yatağa kelepçelemek istediler. Tepki gösterdiğimde ve bunun suç olduğunu belirttiğimde bunu yapmaktan vazgeçtiler. Çok kötü koşullar altında yaşatıldık. Uzun sayılabilecek bir aranın ardından tahliye kararım çıkabildi. Bu süre zarfında sağlığımı çoktan kaybetmiştim. Darbe girişimi ile hiçbir ilişkim bulunmamasına rağmen bu muameleye maruz kaldık. Baskı ve zulüm döneminde böyle bir gerekçe ile üniversiteden atılmayı ve bu şartlar altında bırakılmayı, dedemin İstiklal madalyasından sonra en büyük onur duyduğum şey olarak kabullendim.

“İş bulmak çok zor”

İMC televizyonunun kapatılmasıyla işsiz kalan kameraman Turgut Dedeoğlu:

İMC TV kapandıktan bir ay sonra gazeteci arkadaşlarla bir araya geldik. 30 küsur yıllık gazetecilik geçmişim vardı. İnsan bu kadar yıl gazeteci olduktan sonra ‘sen artık gazeteci değilsin’ dediklerinde kendisini daha çok gazeteci hissediyor. Bağımsız ve tarafsız gazeteciliğin ne olduğunu İMC TV’de çalışarak öğrenebilmiştik. İMC TV’nin verdiği birikimle ‘Haber Sizsiniz’ isimli bir oluşum kurduk ve buradan gazetecilik yapmaya devam ettik.

Çocuklarım okuyor, ev kiram var, bir sürü harcamamız var. Tüm bunları karşılamak gerçekten çok zor ve yakın zamanda size açılacak herhangi bir kapı da KHK ile kanalımız kapatıldığı için mümkün gözükmüyor. Serbest çalışma şansımız da yok çünkü bizden bu tür bir gazetecilik isteyen kurumlar genellikle uluslararası kuruluşlardı. Onlar da daralma politikası takip ediyorlar. Çeşitli programlar çekmeye başladık. Aslında buradan da para kazanmıyoruz ama gazeteciliği yaşatmaya, mesleğimizi devam ettirmeye çalışıyoruz. O duyguyu sürdürmek istiyoruz. 17-25 Aralık ve arkasından gelen darbe girişimi ile birlikte yaklaşık on bin gazeteci işsiz kaldı. Bundan sonra gazeteci olarak iş bulmamız çok zor.