Gündem

Cengiz Çandar: Türkiye'nin anti-demokratik gidişini AB mızrağına sığdırmak imkansızlaşıyor

"Türkiye-AB uzlaşmasının sağlanabilmesi zor görünüyor"

09 Mart 2016 12:59

Radikal yazarı Cengiz Çandar, Türkiye’de yaşanan hak ihlallerini göz önünde bulundurarak, “Türkiye’nin anti-demokratik gidişindeki mızrağı AB çuvalına sığdırmak imkânsızlaşıyor” dedi. AB’nin mülteci akınını önlemek için Türkiye’de yaşananlara sessiz kaldığını söyleyen Çandar, “Avrupa, Türkiye’yi belirli bir “para karşılığı”nda kendilerine ‘sınır muhafızı’ olarak tutmayı tasarlarken, Türkiye’deki insan hakları ihlallerine, temel özgürlüklerin sınırlandırılmasına kulaklarını tıkamayı benimsediler. AB’nin utanç verici sessizliği ve kafasını başka tarafa çevirmesi çok şeyi ifade ediyor” ifadesini kullandı.

Çandar'ın Radikal'de "Ankara ile Brüksel arasında 'jeopolitik-realpolitik tango'" başlığıyla bugün (09.03.2016) yayımlanan yazısı şöyle: 

“Dönüm Noktasındaki Türkiye”... Bu başlık. Bir de üst başlığı var: “Yeni bir Ortadoğu mu?”

Amerika’nın etkili haftalık dergilerinden The American Interest’in, Türkiye’de son günlerin üç gelişmesinin birbiriyle doğrudan bağlantılı olduğunu vurguladı yazısının başlığı ve üst başlığı.

Nedir o birbiriyle doğrudan bağlantılı üç gelişme:

1.    Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun beklenmedik, ani İran ziyareti;

2.    Zaman gazetesine el konulması;

3.    Brüksel’deki Türkiye-AB Zirvesi

İlk ikisi, “zincirin en önemli halkası” olan üçüncüsüne yani dün sabaha karşı, 12 saat süren görüşmelerden sonra sonuçlarının alınması bir hafta daha bekleyecek olan “Brüksel Zirvesi”ne bağlanmıştı.

Tümünün “bağlantılı” bulunduğu bir “dördüncü gelişme” ise, Türkiye’nin kendisini içinde bulduğu “yeni jeopolitik durum” ile ilgili: Türkiye ile Rusya arasında bozulmuş bulunan ilişkiler.

Yani, Türkiye ile Rusya arasındaki “tarihsel çekişme”nin tekrar “canlanmış” olması ve Türkiye’nin “üç koldan” Rusya tarafından “güvenlik tehdidi” ve “kuşatması” altına girmiş bulunması.

Kuzeyde Karadeniz. Ukrayna’nın elinden Kırım’ı alıp ilhak etmesiyle, doğuda Ermenistan güçlendirilen askeri ilişkiler ile İran ekseniyle ve Güney’de Halep’in dibine Kürtlere destek aracılığıyla yerleşen ve Kuzey Suriye hava sahasına hakim olarak, Türkiye’yi “kuzey, güney ve doğudan” yani “üç koldan” çevreleyen bir Rusya söz konusu.

Ankara (tek başına AKP iktidarı anlamına gelmiyor), PKK’yi de bu bağlamda Rusya’nın Türkiye’ye karşı kullandığı ve kullanabileceği bir “koz” olarak görüyor. Suriye’de ise PYD ve YPG ile giderek yakınlaşan ilişkilerini dikkatle izliyor.

Ankara’nın son aylarda artan ölçüde PKK ile PYD ile YPG bağlantısı üzerine inşa ettiği ve Washington başta, Batı’ya yönelik “retoriği”ni bu bakış açısı üzerinden de değerlendirmek yanlış olmaz.

Tabii, en önemlisi, “üç taraftan” Rusya tarafından “kuşatma altına” giren ve “stratejik tehdit” altına sokulduğunu hisseden Türkiye, kendisine açık yöne doğru yani “Batı’ya” meylediyor.

O yön, Ege üzerinden, yani Yunanistan’dan Avrupa’ya, AB’ye giden yön.

O yön, AB’yi tek kelimeyle “felç etmiş”, her türlü “değeri”ni bir yana bırakıp, kendisini “varoluşsal sorunlar” karşısında görmeye başlamasına yol açmış olan, Suriye ağırlıklı mülteci akımının AB ülkelerine “geçiş yolu”.

Türkiye ile AB arasında son aylarda yoğunlaşan “temas trafiği”ni ve dün sabaha karşı “ilkeler üzerinde anlaşılmış olmakla birlikte henüz bir nihai bir karara ulaşılmadığı” açıklanmış olan “mülteci pazarlığı”, bu daha geniş fotoğrafa bakarak anlaşılabilir ve anlamlandırılabilir.

Türkiye’nin başında bulunanların ideolojik özellikleri ve “stratejik ham hayalleri” itibarıyla “en Batı-karşıtı”iktidarının Batı’ya büyük ihtiyacı ortaya çıkmış iken, AB’nin “varoluşsal tehdit” olarak algıladığı “mülteci krizi”nedeniyle Türkiye’ye ihtiyacı, Türkiye’nin kendisine ihtiyacından daha da fazla hale gelmiş gibi gözüküyor.

Bu hal, gerek iktidarı sallanmaya başlayan “Avrupa’nın güçlü lideri” Angela Merkel’den, iplerini elinde tuttuğu Avrupa Komisyonu Başkanı Jean-Claude Juncker ve Avrupa Konseyi Başkanı Donald Tusk gibi “ikinci sınıf” oldukları her geçen gün daha fazla ortaya konan AB yöneticileri tarafından öyle yansıtıldı.

AB’nin “devlet adamı fıkdanı” çektiği ve siyaseten döküldüğü bir döneme denk geldi, “mülteci krizi”. AB liderleri,“mülteci krizi”nin önlenebilmesi yani Avrupa içlerine mülteci akımının Türkiye tarafından durdurulması için, Türkiye’yi belirli bir “para karşılığı”nda kendilerine “sınır muhafızı” olarak tutmayı tasarlarken, Türkiye’deki insan hakları ihlallerine, temel özgürlüklerin sınırlandırılmasına kulaklarını tıkamayı benimsediler.

“Kaz gelecek yerden tavuk esirgenmez” mantığı ile. Basın özgürlüğünün görülmemiş biçimde ayaklar altına alındığı, biber gazlarıyla saldırılarak Zaman Gazetesi’ne el konulması “zamanlaması”nın, Brüksel’deki Türkiye-AB Zirvesi’ne 48 saat kala gerçekleştirilmiş olması rastlantı değildir. 

Ahmet Davutoğlu’nun Brüksel’e gitmeden 24 saat önce Tahran’a koşarak, Suriye konusunda İran ile uzlaşma araması da ve uzlaşma zeminini bavuluna yerleştirerek Brüksel yoluna koyulması da rastlantı sayılmaz.

Nitekim, yazının başında gönderme yaptığım The American Interest, bu konuda şu satırlara yer verdi:

“(Davutoğlu’nun) Kürt emellerini ezmekte Türkiye ile arasında çıkar ortaklığı bulunan İran’la, Suriye’ye dair uzlaşma girişimi, muhtemelen, büyük ölçüde Kürtler üzerineydi. İran, Suriye’de Kürt davasını desteklemeyecek ve Türkiye’nin PKK yanlısı Suriye Kürtlerini karşı sınırlarını güvence altına alma isteğine karşı koymayacaktı. Bu arada, (mülteci krizinin çözümü için) Brüksel’e çıkarılan zımnî fiyat ise Avrupa’nın, Türkiye’nin insan hakları ihlallerine içerdeki sertleşmeye rağmen, ses çıkarmaması olacaktı.”

Ankara, tıpkı 1937’daki Sadabat Paktı’nda olduğu gibi İran ile Kürtlere karşıtlık üzerinden bir “ortak zemin” arayışı içinde. Aynı zamanda, Ankara’nın Tahran üzerindeki bu “siyasi manevrası”nda Suriye’ye ilişkin Rusya-İran eksenini çatlatma amacı da akla geliyor.

Nereden bakılsa, Türkiye ile AB arasında varılan noktayı, “jeopolitik” ve “realpolitik” açıklayabilir. Ne var ki, tarafların her ikisi de, bunu, “moral” açıdan anlamlandıramazlar. Ne Ankara, ne Brüksel...

Türkiye, “mülteci krizi”ni ve bunun karşısında AB’nin tek kelimeyle dökülmesini ustaca kullanıyor  ve “mülteciler”konusunu bir “dış politika aracı” olarak değerlendiriyor.

Brüksel Zirvesi’nde Türkiye yeni ve beklenmedik önerilerle çıktı. New York Times bunu şöyle değerlendirdi:

“Aslında Türk talepleri, Avrupa Birliği’nin zayıflayan pozisyonunu açığa çıkarttı ve (AB) tökezledikçe krizi yönetmenin zorluğunun ve artan maliyetlerinin işaretini verdi.”

Türkiye, “iflâs etmiş Suriye politikası”na, “mülteci krizi”ni koz olarak kullanarak “AB desteği” elde etmeye bakıyor. Nitekim, Brüksel’deki bir düşünce kuruluşunun yöneticisi olan Fredrik Erixon, “Türkiye şimdi Avrupa’nın önüne koyduğu faturayı arttıracak. Öyle ki, Avrupa, şimdi Suriye ve Kürtlerle ilişkin olarak Türkiye’nin bölgede güttüğü amaçlara karşı çıkamayabilir” diyor. (NYT, 7 Mart)

Zaten, AB’nin Türkiye’deki, başta basın özgürlüğü, özgürlük kısıtlamalarına ve özellikle Kürtleri içeren “insan hakları ihlalleri”ne karşı kendi değerlerini ayaklar altına alan utanç verici sessizliği ve kafasını başka tarafa çevirmesi, çok şeyi ifade ediyor.

Bütün bunlara rağmen, “mülteci krizi”nin üstesinden gelebilmek için “ilkeler üzerinde anlaşılması”na rağmen, “nihaî karar”ın alınamaması da çok çarpıcı bir gerçeğe işaret ediyor:

Türkiye’de özgürlük kısıtlamaları ve özgürlük ihlalleri o raddeye vardı ki, AB, Ankara’nın taleplerine karşı ellerini kaldırmaya teşne olmasına rağmen, çok zorlanıyor.

İtalya Başbakanı Matteo Renzi başta olmak üzere, hatta Fransa Cumhurbaşkanı François Hollande’ın, Alman Şansölyesi Angela Merkel’in ve tabii ki Avrupa Parlamentosu Başkanı Martin Schultz’un Türkiye ile varılacak“anlaşma metni”ne “basın özgürlüğüne saygı” ibaresinin konması ısrarı dikkat çekici.

Zira, Türkiye’nin anti-demokratik gidişindeki mızrağı AB çuvalına sığdırmak imkânsızlaşıyor.

Ve, her şeye rağmen, Brüksel Zirvesi’nin ardından Türkiye-AB uzlaşmasının sağlanabilmesi ya da sağlanmış gözükse bile uygulanabilmesi zor görünüyor...