Söyleşi

Cengiz Çandar: Bugün Türk medyası, Başbakan'a teslim durumda!

28 Şubat'ın 15. yıldönümünde Cengiz Çandar'a sorduk: Genelkurmay, gazetelerde kimlerle irtibattaydı? Türk medyası bugün nasıl bir denge gözetiyor?

28 Şubat 2012 06:03

 

Hazal Özvarış-T24

[email protected]

 

“Sırf babamı üzdükleri için Çevik Bir ve Özkasnak’a yüreğimdeki kini söndürmemesi için Allah’a dua ettim.”

Cengiz Çandar’a bu cümleyi söylettiren olay, 28 Şubat’tan bir yıl sonra yaşandı:

13 Nisan 1998’de PKK’nın iki numaralı ismi olarak bilinen Şemdin Sakık yakalandı.

25 Nisan’da Oktay Ekşi, “Alçakları tanıyalım” başlıklı bir yazı kaleme aldı.

2 Mayıs’ta Uğur Dündar, Kanal D ekranlarından “andıcı” okudu.

Ertesi gün dönemin en büyük 2 gazetesi Sabah ve Hürriyet, Şemdin Sakık’ın kendilerine servis edilen “sözde” ifadesini yayımladı.

İfadede öne sürülen iddiaya göre, bazı işadamları, sanatçı ve siyasetçilerle birlikte Cengiz Çandar, Mehmet Ali Birand, Akın Birdal, Yalçın Küçük, Yaşar Parlak, Mahir Kaynak, Mahir Sayın PKK’dan para alıyorlardı.

Çandar’ın Sabah’taki yazıları durduruldu, Mehmet Ali Birand da Sabah’taki işinden oldu. Dönemin İnsan Hakları Derneği Genel Başkanı olan Akın Birdal, Türk İntikam Tugayı’nın silahlı saldırısına uğradı, uzun süren bir tedaviden sonra hayata dönebildi.

Yaklaşık 2 yıl sonra, 21 Ekim 2000’de o dönem Fazilet Partisi İstanbul Milletvekili olan Nazlı Ilıcak, Yeni Şafak’taki köşesinde sahte olma ihtimalini de not düşerek bir “belge”den bahsetti. Ilıcak, birkaç gün sonra konuyu soru önergesi olarak Meclis’e taşıdı. Önergeye ek olarak verilen Genelkurmay’ın “Andıç” başlıklı “Güçlü Eylem Planı”nda “Maksat” ibaresi altında şu sözler yer alıyordu:

“Adı geçen gazetecilerin kamuoyunda saygınlığının azaltılması ve itibarının düşürülmesi ile terör örgütüne sağladığı dolaylı destek ile ilgili aleyhlerine kamuoyu oluşturulması.”

Planda, “Kullanılacak Yöntem” de şöyle açıklanıyordu:

“Örgütün para ile her şeyi kendine müzahir gazetecilere yaptırdığının gazete sahipleri, seçilen köşe yazarlarına ve televizyonlarına aktarılması.”  

Genelkurmay, 2 Kasım 2000’da yaptığı açıklamada, skandalı “üstü kapalı” bir şekilde kabul etti.

Türk Silahlı Kuvvetleri ve medyanın tarihine geçen en büyük skandallardan biri olan andıç gösterdi ki, Şemdin Sakık medyaya servis edilen kurgulanmış ifadelerin aksine, adı geçen kişileri PKK’dan para almakla suçlamamıştı!

Çandar, Genelkurmay’ın açıklamayı yaptığı gün bir “zafer yazısı” kaleme aldı. Ancak Sabah gazetesi yönetimi yazıyı yayımlamayı reddetti. Bunun yerine Çandar, Genelkurmay’a hakaret ettiği gerekçesiyle kendi köşesinden ihbar edildi. Çandar’ın yayımlanmayan yazısı yerine koyulan bu ihbarın ardından Çandar ve Sabah’ın yolları ayrıldı.

28 Şubat’ın 15. yıldönümünde Cengiz Çandar’a sorduk:

Ona göre 28 Şubat’ın sanık sandalyesine kimler oturuyor? Turgut Özal yaşasaydı 28 Şubat yaşanır mıydı? Genelkurmay, gazetelerde kimlerle irtibattaydı? Aydın Doğan, 28 Şubat’ta Dinç Bilgin’den daha mı sağlam durdu? Türk medyası bugün nasıl bir denge gözetiyor? Gazete patronları neden bu kadar kolay korkuyor? Kilit nokta, medya patronlarının diğer işleri ve bu arada kamu ihaleleri mi?

Radikal yazarı Cengiz Çandar’ın www.t24.com.tr için yönelttiğimiz sorulara verdiği cevaplar şöyle:

 

‘Sanık sandalyesine Demirel, Cindoruk ve Yılmaz’ı da oturturum’

 

- 28 Şubat sanık sandalyenizde kimler var?

Ben bir iddia makamı olarak sanıkları dizsem, başta dönemin Genelkurmay Başkanı (İsmail Hakkı Karadayı) dâhil olmak üzere askeri yetkilileri koyarım. Genelkurmay 2. Başkanı Çevik Bir, kuvvet komutanları...

- Hasan Cemal, Şemdin Sakık'ın ifadesine dönemin 7. Kolordu Komutanı Büyükanıt'ın da girdiğine dair bilgi geldiğini yazdı. Bu ihtimale karşı, Büyükanıt da sandalyede mi?

Hasan Cemal öyle diyor, ama benim belgelendirme şansım yok. Kulağıma gelen bir başka iddia ise Şemdin Sakık’ın ifadesine, o iliştirilmiş ibareleri Çevik Bir'in yerleştirdiği... Soruşturma ile bunlar ortaya çıkabilir. Andıcı okuduğunuzda bunun bir psikolojik harekât olarak organize edildiğini görüyorsunuz. İfadeleri bizzat kimin iliştirdiği de önemini kaybediyor. Bunun içinde kim ne kadar sorumluluk aldı ayrı bir mesele, ama kurumsal anlamda Genelkurmay bundan sorumlu.

İkinci olarak, Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel'i de oturturum. Orkestra şefi oydu. 28 Şubat'ın bir post-modern darbe anlamında gerçekleşmesinde rol aldıkları için arkasından kurulan koalisyonun yönetici genel başkanları Hüsamettin Cindoruk, Mesut Yılmaz'la birlikte, sözde sivil kuvvetlerden TİSK, DİSK filan da sanık sandalyesine oturur.

 

‘Medya yöneticileri, Ankara büro şefleri, bazı köşe yazarları da…’

 

- Murat Belge, T24’e verdiği söyleşide, 28 Şubat kararlarının altında imzası bulunan Erbakan'ın da soruşturma kapsamına alınabileceğini söylemişti. Merhum Erbakan da hayatta olsaydı listenizde olur muydu?

Erbakan'ın tarihi sorumluluklarını felsefi anlamda tespit etmek başka, 28 Şubat'ı fiilen yapan aktörleri belirlemek başka bir şey. Erbakan 28 Şubat'ın hedefiydi ve neticede hükümeti bıraktı. Yanlış taktikler ve pozisyonlarla işlerini kolaylaştırmış olabilir. Ama tabii ki, 28 Şubatçı değil. İnsanın şakağına tabanca dayandırılarak attığı bir imza, insanı o belgeyi hazırlayanlarla suç ortağı yapmaz. "Ölseydi de yapmasaydı" diyebilirsiniz, ama işin faili değildir.

Ama o dönemde Batı Çalışma Grubu üzerinden medyanın yönlendirilmesinde rol alan çeşitli isimlerin de sanık sandalyelerine oturmaları icap eder. Bunun için de o dönemin medya yöneticileri, Ankara büro şefleri, bazı köşe yazarları da oturur.

- Sabah’ın sahibi Dinç Bilgin, Ankara Temsilcisi Fatih Çekirge mi mesela?  

O dönemin 28 Şubat sürecine çanak tutan gazetelerin künyelere bakılınca görülüyor. Çok sanıklı bir dava yapacaksak, epey bir insan ve sanıklar hiyerarşisi var.

 

‘İpleri elinde tutan Özal döneminde 28 Şubat kesinlikle olmazdı’

 

- Bir varsayım: Özel danışmanlığını yaptığınız Turgut Özal yaşasaydı, 28 Şubat yaşanır mıydı?

Olmazdı. Ancak, yazılmamış bir tarihi yazmak mümkün değil. Özal olsaydı dediğiniz zaman, "Özal nasıl olacaktı"  sorusu da geliyor. Özal'ın kafasında Cumhurbaşkanlığı süresini tamamlamadan Çankaya'yı terk edip, yeni bir siyasi oluşumun lideri olarak seçime girmek vardı. Özal, 1993’te öldü, 28 Şubat ise 1997'de oldu. Bu varsayımda, Cumhurbaşkanı Özal'dan bahsetmiyoruz. Dolayısıyla, 1993'teki, ipleri elinde tutan Özal döneminde 28 Şubat olabilir miydi, derseniz, suret-i katiye olmazdı.

- Andıcın yayımlandığı ‘98 yılına dönelim. Andıcın yayımlanması ardından DGM’ye çağrıldınız. Savcının size verdiği Sakık ifadesinde ne yazıyordu?

1998 yılı 2 Mayıs’ta andıcı Uğur Dündar Kanal D'de okudu. Ertesi gün de Hürriyet ve Sabah'ta çıktı. Yaklaşık 1 ay sonra Uluslararası Basın Enstitüsü (IPI) kongresi için St. Petersburg'dayken, Ergun Babahan "Gazeteden aradılar ama 'canın sıkılmasın' diye sana söylemedim. Dönünce DGM'ye gitmen gerekiyor" dedi. İlk defa DGM savcısı önüne çıktım. Savcı Sakık'ın ifadesinin orjinalini verdi. Okudum, bir şey yok. Bizimle ilgili bir soru soruluyor, cevapta Sakık; "Bunları devlet yanlısı gazeteciler olarak görürüz. Bunları Kürt sorunu çözümü noktasında yöntem olarak ayrılıyorlar, eleştiriyorlar" diyor. Bu “devlet yanlısı” ibaresi benim açımdan hiç hoş bir şey değil, ama netice itibariyle, andıçtakinin tam tersini söylüyordu.

 

‘Oktay Ekşi nereden biliyordu?’

 

Bunun üzerine savcıya, “Resmi olan buysa, ağzımı açıp konuşmamı gerektiren bir şey yok. Sayın savcı, ben burada neden bulunuyorum" dedim. "Biliyorsunuz ya, gazetelerde çıkan..." dedi. Israr etmemin ardından neredeyse yalvarırcasına "Bir şeyler söyleyin, usulen yapıyoruz, kapatacağız" dedi. "1- Gazetelerde çıkan gerçek değil, gerçek ifade bu diyorsunuz. 2- Hazırlık aşamasının gizliliği vardır. Gazetelerde yayımlanması suçtur. Üstelik gazetelerde yayımlanan da sahte ifadeydi. Siz suçlular hakkında işlem yapmayıp beni neden buraya getiriyorsunuz, bunu anlamadım" dedim. "Neyi kast ettiğinizi anlıyorum, ama bu iş, o gazetelerin bulunduğu ilçelerin savcılıklarının yapması gereken bir şey. Ama yapılmaz, yapmazlar. Burası Türkiye" dedi. Milletin tir tir titrediği DGM savcısı, "Burası Türkiye" diyor ve andıç soruşturmasını böyle yapıyor.

- Sizce Uğur Dündar'a andıcı kim, nasıl servis etti?

Bilmiyorum, ama tahmin edebiliyorum. Gazetede yayımlanmadan 3 gün önce (dönemin Sabah Genel Yayın Yönetmeni) Zafer Mutlu, "Şu sıralar asker veya Kürt sorunu kelimeleri geçen bir şey yazma, rica ediyorum. Topun ağzındasın" dedi. "Ne oluyor" deyince "Uğraşıyoruz, konuşturma beni. Bize güven. Bu ricamı da dikkate al" dedi. Şemdin Sakık birkaç gün önce yakalanmıştı. Gazetelerde "Bomba ifşaat" diye haberler çıkıyordu. Birilerinin bunları onlara söylemiş olması lazım.

Bir gün sonra Oktay Ekşi, "İçimizdeki hainleri tanıyalım" diye bir yazı yazdı. Basın camiasında hainler varmış, Sakık da bunların adını vermiş. Oktay Ekşi nereden biliyordu? Sonra kendisi özür yazılarında "Devletin beni aldatacağını nasıl düşünebilirdim? Devlete güvendim" dedi.

 

‘Özkasnak medya bağlantısı sağlıyordu’

 

- Kast edilen Genelkurmay 2. Başkanı Çevik Bir mi, Genelkurmay Genel Sekreteri Erol Özkasnak mı?

Erol Özkasnak sözcüydü ve büyük bir sadakatle Çevik Bir'e bağlıydı. 28 Şubat'ın psikolojik savaş faaliyetlerini servis eden oydu. Ama bunu Çevik Bir'in bilgisi dâhilinde yapıyordu. Andıç belgesi çıktığı zaman görüyorsunuz ki altında Fevzi Türkeri'nin imzası var, Çevik Bir de 2. Başkan olarak paraf ediyor. Dolayısıyla, Özkasnak'ın kendi işidir denemez. Özkasnak, medya bağlantısı sağlıyordu.

- Telefonun diğer ucunda kim var?

Bütün Ankara büro şefleri işin içindeydi. İstanbul'da genel yayın yönetmenleri... Şimdi bir sürü yanlış hikâye dolaşıyor, benim o dönem işimi kaybettiğime dair. Mehmet Ali Birand kaybetti. Dinç Bilgin de, "Cengiz'i biz Amerika'ya yolladık" dedi. Hâlbuki benim Amerika'ya gidişim ‘99 Mart sonu, andıç ise ‘98 Nisan sonu. Arada 1 yıl var. Ben kendim bir think-tank tarafından davet edilerek, 2000 yılında dönmek üzere gittim. Hatta bu daveti izin vermezler diye gazeteden gizledim. Son 2-3 gün kala, “Davet var. Bu prestijli bir şey” dedim. Yazmaya oradan devam ederim, diye Zafer Mutlu'yu ikna ettim. Yoksa gazete, beni koruma güdüsüyle göndermiş değil.

 

‘Kurşun geçirmez araba verdiler ama yağmur geçiriyordu’

 

- Dönemin Sabah Yazı İşleri Müdürü Ergun Babahan da benzer bir ifade kullandı.

Şununla karıştırıyor olabilirler. Andıçtan kısa bir süre sonra Akın Birdal vuruldu. Bilgi Üniversitesi'nde derse giderken radyoda Birdal'ın vurulduğunu duydum. Dersin ortasında, idari yetkililerden biri geldi: "Zafer Mutlu arıyor. Her şeyi kesip onu arayacakmışsınız." Ders molasında aradım, Mutlu, "Akın Birdal vuruldu. Dinç Bilgin'le de konuştuk. Hemen buraya gel" dedi. "Şu anda can güvenliğim bakımından en güvenli anımı yaşıyorum. Akın Birdal hepimizi temsilen vurulmuş oldu. Can güvenliği meselesi, bu saate kadar söz konusuydu" dedim. Filistin'de yetiştiğimiz için oyunun kurallarını biliyoruz. Ders bitince gittim. Birdal olayının Dinç Bey’e etkisi çok travmatik olmuş ve bana uygulanan duruma ilişkin büyük bir suçluluk duygusuna kapılmış, "Cengiz yazılarına başlasın" demiş. Sonra beni korumak için kendi kendilerine tedbirler aldılar. Kurşun geçirmez araba ve koruma polisi verdiler. 2-3 gün sonra "Alın bu arabayı, sağ olun kurşun geçirmiyor ama yağmur geçiriyor. Arabada şemsiye ile oturmak lazım” dedim.

 

Sönmez Köksal: Asker, Talabani ve Barzani temaslarını not etmişti

 

O arada Ankara'dan Sabah'ın adliye muhabiri aradı: "Adliye’de birine rastladım. Türk İntikam Tugayları'ndan (TİT) olduğunu biliyorum. 'O Cengiz Çandar'a söyleyin. Kendini kurtulmuş sanmasın. Onu indireceğiz' dedi. Gözünü seveyim tedbir al" dedi. Bunun üzerine gazete, "Hedefi ortadan kaldıralım. Brüksel'e git. Orada 'Avrupa'da sosyal demokrasi nereye gidiyor' temalı bir röportaj yaparsın" dediler. Gittim. Sonra Paris'e geçtim. Sönmez Köksal orada büyükelçiydi. Ahbaplığımız vardı. Birkaç ay öncesine kadar MİT Müsteşarı’ydı. Arka planını bilebileceği düşüncesiyle andıç konusunu, onunla da konuştum. Bir hafta sonra Avrupa’dan döndüm. Babahan sanırım bir başka Amerika gidişimi karıştırmış. 1992’de can güvenliğime yönelik bir tehdit üzerine gazete beni Amerika’ya göndermişti. Orada Clinton’ın seçildiği başkanlık seçimlerini izlemiştim. O gidişin andıçla ilişkisi yok, 6 yıl fark var.

- Akın Birdal, Aksiyon'a suikast girişimine ilişkin olarak MİT'e suç duyurusunda bulunacağını söyledi. Köksal, MİT'in 28 Şubat’ına dair bir bilgi paylaştı mı?

Öyle bir şey olsaydı da bana söylemezdi. Ben, onun teşhisini öğrenmek istedim. O da bana, "Şemdin Sakık palavra, mesele o değil" dedi. Özal'la birlikte çalıştığım zaman, Kürt liderleri Talabani ve Barzani ile Özal arasında kurduğum temasın askerler nezdinde not edildiğini ve unutulmadığını söyledi. Bu yolla, Kürt meselesinde oynadığım rolün intikamı alınıyordu.

 

‘Özkasnak sürekli, ‘Neden bu adamı atmıyorsunuz’ diye bastırıyordu’

 

- Gazeteniz Sabah ve Hürriyet'te Sakık'ın eklentili ifadesinin yayımlanmasından sonra Neşe Düzel'e verdiğiniz söyleşide, Dinç Bilgin ve Zafer Mutlu'nun tavrı için "Bir baskı olmadan inanmadıkları bir şeyi neden yayımlasınlar ki? Benim gazetem hakkımdaki iddiaya hiçbir zaman inanmadı. Bilgin ve Mutlu beni korumak istedi, sansürlemek için değil, zarar gelmesini önlemek için yazılar ciddi bir kontrol altına girdi" dediniz. Ancak siz gazetenizin birinci sayfasından PKK’dan para almakla suçlandınız! Bir gazete yönetimi, gazetecisine daha kötü ne yapabilirdi?

Dinç Bilgin'in pişmanlık duygusu var. Gerek görsel, gerek yazılı söyleşilerde bunu açıkça söyledi. İnsanların kafalarının işleyişini iyi bilmek lazım. Bilgin de, Mutlu da Sakık ifadesinde yer alanlara inanmadı. Zafer kendisi söyledi: "Böyle bir şey yok. Benden daha iyi bilecek biri olamaz. Maaşını ve nasıl yaşadığını ben biliyorum." Ev alacağımız zaman, paramız yetmediğinde maaşımdan kesilerek kredi kullandırmıştı. Bu kadar ayrıntı biliyor.

Beni korumak istediği doğru. Mehmet Ali Birand'dan haz etmiyorlardı. Dinç Bilgin de sonraki söyleşilerinde söyledi. Onu işten çıkardılar, benim yazılarımı durdurdular. O esnada sürekli Özkasnak telefonla arıyor ve "Neden bu adamı atmıyorsunuz" diye bastırıyordu. Beni atmamak için direndiler. Ama daha kötü ne yapabilirlerdi derseniz, bu soru da meşru bir soru olur. O zaman ben de Zafer Mutlu'ya şöyle söylemiştim: "Beni arkadan bıçakladın, sonra kucaklayıp ambulansa koyup, hızla acile götürdün ve bana diyorsun ki, ‘Seni, ben götürdüm ambulansa!’ Doğru ama sen bıçakladığın için beni o ambulansa bindirdin."

 

‘Fatih Çekirge ile manşetler ayarlandırdı’ 

 

-"Çandar’ı atın" aramaları o sırada Sabah’ın Ankara Temsilcisi olan Fatih Çekirge'ye mi, Genel yayın Yönetmeni olan Zafer Mutlu’ya mı yapılıyordu?

Fatih Çekirge aracılığıyla manşetler ayarlanırdı, bir de "diyorlar ki ..."  kalıplı özel bilgiler gelirdi. Ama bu "Atın” konuşmaları direkt Zafer Mutlu'yla görüşülüyordu. O dönem banka yönetim kurullarına emekli generaller yerleştiriliyordu.  Sabah’ın satın aldığı Etibank’ın yönetim kurulunda ise eski Deniz Kuvvetleri Komutanı Vural Beyazıt vardı. O yüzden, gazete yönetimi Beyazıt üzerinden de askerlerle temas ediyordu. Benim gazeteden atılmam yönündeki baskılar üzerine, özellikle rahmetli Ercan Arıklı da devreye girerek, Beyazıt üzerinden askerlere onun nüfuzunu kullanarak direnmeye çalıştılar. Bunun üzerine Beyazıt’ın Çevik Bir'i arayarak, "Bu adam için çok ısrar ediyorlar, üstüne gelmeyin. Zaten yazıları durdurulmuş" dediğini bana aktardılar.  Böyle kanallar vardı. Beni korumaya ve kollamaya kendilerince çalıştılar. Ama olur mu böyle şey, olmaz tabii. Sorduğunuzda da “Genelkurmay baskısı altında, mecbur kaldıkları” gerekçesini öne söylüyorlar.

 

‘Zafer Mutlu, ‘Direnemem… Bankam var’ dedi’

 

- Sizce bu yeterli bir cevap mı?

İdeolojik duruşunuz, hayata bakış tarzınız ile buna değişik cevaplar verebilirsiniz. Ama olgusal anlamda, bu gazetecilikte yapılır mı? Bir gazete, mensubuna bunu yapar mı? Yapmaz. Bu kabul edilemez bir şey ve ilkesel açıdan, hafifletici sebep aramamak lazım. Ama sorulara devam edip, "Bunlar hakikaten seni korumak istediler mi?" dersek, cevabı evet olur. "Böyle mi korunur?", bu tartışılır. "Yapmasalardı" denilebilir.

Haber Sabah’ta yayımlandığında Bilgin de, Mutlu da Nice açıklarında Cavit Çağlar'la beraber yattaydılar. Döndüklerinde Mutlu çağırdı, "Direnemem. Yazılarını durduracağız" dedi. "2 tane büyük medya kuruluşu var. Bu kanunsuz, haksız bir şey. 2 büyük medya kuruluşu direnirse bütün bu baskı mekanizması çöker" dedim. “Direnemem, bildiğin gibi değil, burada bilmem kaç kişi çalışıyor" dedi. Ne alakası var, deyince "Bankam var" dedi. İktidar odaklarıyla ilişkiler olmadan banka almak söz konusu olmadığı için, anladık.

İşin en ironik tarafı, 2000 yılında andıç denilen şeyin var olduğu ve Genelkurmay'ın bunda parmağı olduğu alenen çıktıktan sonra yazımı koymayıp ve kendi köşemde "Hukuk büromuzun uyarılarına rağmen, yazıda suç unsuru bulunduğu, Genelkurmay'a hakaret içerdiği" söylenerek ihbar edildim. 1- Öyle bir hukuk bürosu yok. 2- Yazımda suç unsuru bulunduğuna dair bir uyarı almadım. 3- Genelkurmay'a hakaret etmedim. Aksine haklılığımızın ortaya çıkmasının verdiği rahatlıkla, adli sürecin peşini bırakmayacağımı, hesap soracağımı söylemiştim. Beni ihbar ettikten sonra da işten attılar.

 

‘Genelkurmay sembolik olarak özür diledi’

 

- Bu noktada iyimserlikten geri adım attınız mı?

O sırada, Hüseyin Kıvrıkoğlu "28 Şubat bin sene sürecek" dediyse de 28 Şubat bitmişti. 28 Şubat'ın simge isimleri TSK'dan ayrılmıştı ve silahlı kuvvetlerin komuta heyeti onlarla ters düşen bir ekipti. Hatta ben atıldığım sırada, Genelkurmay Genel Sekreteri Aslan Güner tarafından Genelkurmay'ın yıllık resepsiyonuna çağrılmıştım. Beni atanlar bunu bilmiyor. Birand da, ben de vardık. Bu sembolik anlamda bir özür dilemeydi.

-  28 Şubat bittiyse neden işten çıkarıldınız?

Gazetenin kendi enayiliğiydi. Bir süre sonra da gazete yönetiminin başına banka hikâyelerinden bela geldi. Benim yazımı koymamakta direndiklerinde Erdal Şafak aradı ve "Bu yazıyı koyamayız. Başka bir yazı yaz" dedi. Başka bir yazı yazacak vakit yoktu, ama daha da önemlisi "Bugün bizim kamuoyunda aklandığımız gün. Ne demek koyamazsınız?", "Zafer öyle diyor" dedi. "Zafer nerede?" dediğim zaman, "Ankara'da" dedi. "Seni mi aracı koydular? Onlara söyle, zaten gazetenin başı sıkışık, gazeteye banka nedeniyle soruşturma başlatılmış, tam böyle bir dönemde bizim itibarımızın güçlü bir şekilde geri döndüğü bir ortamda yazı koymayıp sansüre giderlerse bir de oradan bir algı yaratırlar ve daha büyük sıkıntıya girerler" dedim. Bunun üzerine "Şantaj mı yapıyorsun" dedi. "Sen sadece bir aracısın. Muhatabım değilsin. Şantaj yapsam sana mı yapacağım? Sen sahibi de, yöneticisi de değilsin. Sen, ben ne diyorsam aktar" dedim.

 

‘Aydın Doğan vetosuna takıldım…’

 

- Sabah'tan ayrılınca Doğan grubuna geçmeyi düşündünüz mü?

Sabah'tan atılınca Milliyet ve Radikal beni almak istedi. Mehmet Yılmaz Milliyet'in, İsmet Berkan Radikal'in genel yayın yönetmeniydi. Hatta dediler ki: "İkimiz de istiyoruz. Tercihi sen yap." Fakat ikisi de "Sen olduğun için Aydın Doğan'a sormamız lazım" dediler. Aydın Doğan’ın vetosuna takılınca, Milliyet veya Radikal’e geçememiş oldum. Diğer yandan, Yeni Şafak bastırıyordu. Sabah'ın da patronaj durumunun ne olacağı belli değildi. Bir süre bekledim. Fakat hazır param tükendi. Bunun üzerine Yeni Şafak'a “geliyorum” dedim.

- Ertuğrul Özkök'ün isimlerinizi manşette değil içerde yayımlaması, Umur Talu gibi isimleri askere karşı koruması Doğan grubunun 28 Şubat'ta daha sağlam durduğuna dair bir algı doğuruyordu. Aydın Doğan'ın vetosu bu algıyı yalanlıyor mu?

Doğan medya kendi mensuplarını korumak açısından daha sağlam durdu. Bir, Doğan Medya her anlamda Sabah'ın bağlı bulunduğu medya grubundan daha güçlüydü. Bu yüzden, 28 Şubat sürecinde askerlerin daha fazla kaale almak zorunda oldukları bir noktadaydı. İkincisi, 28 Şubat'ta askerlerle çatışan bir noktada zaten değildi. O nedenle kendi birkaç adamını koruması da kolaylaştı.

Dolayısıyla, kendi adamları için evet, sağlam durdu. Mehmet Ali ile birlikte şayet o dönem Sabah’ta değil Hürriyet’te olsaydık, bunu diyebilir miydik; bilemeyiz. Ayrıca, bizim lehimizde yazı yazan bazı Doğan Medya mensupları “Bu konuya girmiyoruz” denilerek engellendi.

 

‘Bunları konuşmak, beni utandırıyor’

 

- Zafer Mutlu'nun size o dönem telefonda, isimlerinizi yayımlamaması için Özkök'ü ikna edemediğini, Sabah'ın da basmaya mecbur kaldığını söylediğini aktardınız. Ancak Bilgin, bir söyleşide şunları söylüyor: "Hürriyet kabul etti, ancak Mutlu Özkök'ün haberi kullanmasını istedi."

Sürekli olarak Özkök'ü ikna edemediklerini söylediler. Özkök de, haberi koyduğu gün aradı ve özür diledi. "Biz mecbur kaldık koymaya ama sizin isminizi manşete koymadık. Sizin gazete manşetten koydu" dedi.

- Bu ihtimal, yaşananlara bakışınızı değiştirir mi?

Bunu konuşmak ayıp geliyor.

- Neden?

Çünkü yapılan bir tür kahpelik idi ve kendi meslek ortamımda yürürlüğe konuldu. Bu işte rol alanlar benim meslektaşlarım ve arkadaşlarım idi. Dolayısıyla bunları konuşmak, beni utandırıyor. O tarihten itibaren, yani 1998 andıcından beri, benim Türk medyasına ilişkin hiçbir bağlılık duygum kalmadı. Bitti. Türkiye’nin medyası maalesef böyle. Yarın böyle olmayabilir, ama medyada benim kuşağım veya bir başka deyimle 28 Şubat döneminin medya kuşağı bugün de devam ediyor. Türk medyasına, zorunlu para kazanma kaynağım olması ve kendimi ifade etmeyi sağlaması dışında bir aidiyet duygum yok.

- Genelkurmay andıç açıklamasında örgüt liderleriyle görüşenleri kınarken, Başbakan Erdoğan da Kürt meselesiyle ilgili medya patronları ve yöneticileriyle bir toplantı yaptı ve Murat Karayılan’la görüşenleri eleştirdi, Hasan Cemal’e gönderme yaptı. Bir pusula benzerliği var mı?

Türkiye'de Cumhuriyet'in kuruluşundan beri medya, devlet endeksli olageldi. Demokratikleşmede yol alınması demek bu alışkanlığın yok edilmesi demek. Erdoğan ile medya patron ve yöneticilerinin toplantısı, gerekçesi ne olursa olsun, bu kötü alışkanlığın kaldırılması bir yana, aksine bu kötü alışkanlığın tahkim edilmesi anlamına gelir. Bunun, özünde 28 Şubat'ta Genelkurmay'ın çağırdığı brifinglerinden farkı yoktur. Nitekim orada kalkıp medya patronları biz aramızda bir komisyon kuralım "Aramızda Kürt meselesi ile ilgili haberleri denetleyelim. Sizle de koordinasyon içinde olalım" gibi asla kabul edilemez birtakım öneriler ortaya attılar.

- Peki Türk medyası bugün nasıl bir denge gözetiyor?

Bugün Türk medyası, Başbakan'a teslim durumda. Bir bölümü Başbakan'a çok yakın kişiler ve patronaj tarafından çıkıyor. O yüzden zaten Başbakan'a tabiler. Geri kalan bölüm de Başbakan'dan korkuyor. Durumdan vazife çıkarıyorlar. Başbakan'ın kimlerden ve nelerden haz etmediği sezilerek o kişiler barındırılmıyor. Ancak, Başbakan'ın "Bu kişiyi atın, bu kişi yazmasın" dediğini sureti katiye sanmıyorum.

- Sizce Başbakan’ın “O insanlara o kalemleri teslim edenler der ki: Kusura bakma, bizim dükkânda sana yer yok. Herkes vitrinine layık olanı koyar” sözleri işlerinden ayrılmak zorunda bırakılan gazeteciler listesini uzatmıyor mu?

Bu hoş bir durum değil. Ama bu merkezi bir siyaset odağının doğrudan talebi ve baskısından ziyade medya yönetimi ve patronajının durumdan vazife çıkarma algısıyla ilgili. Medya gönüllülükler üretiyor. Bu bir anlamda, 28 Şubat’tan daha feci bir durum. “Ben senin için yaparım" diyorsun. O senden bir talepte bulunmuyor ama "Filanca gün böyle bir laf etmiştiniz, ben anladım" diyorsunuz. Tayyip Erdoğan'a yaranmak için kendileri yapıyor bunu. İş âlemiyle ilgili kendi tasavvurları yüzünden, Başbakan'ın kızmayacağı bir konumda olmak istiyorlar.

Aslında, ben de bu ortamdan nasibimi aldığımı sanıyorum. Ahaber'de program yapıyordum. Bir de sıfat vermişlerdi: Ahaber Siyasi Danışmanı. TRT Haber'de program yapıyordum. İkisi de yeni yayın dönemi iptal edildi.

 

‘Ahaber ve TRT’den kim ışınladı bizi?’

 

- Neden böyle düşünüyorsunuz?

KCK operasyonları ve Kürt meselesi konusunda izlenen politika ve benim aldığım pozisyon nedeniyle. Bir de TESEV'e hazırlanan raporun çizgisi var. Tam o raporun ortaya çıktığı ve tartışılması gereken dönem, raporun önerilerinin 180 derece tersi bir siyasi çizgi izlendi. Ben de televizyonlarda, özellikle Başbakan'a çok yakın bilinen kanallarda, her gün bir şey söylüyorum.

Kim ışınladı bizi? Bir ihtimal, oradaki meslektaşlarımız, durumdan vazife çıkardı ve "Başbakan hoşlanmaz bundan" dediler. Bu dönemin, her şeye rağmen 28 Şubat’tan farkı var. Başbakan'ı doğrudan suçlamanın anlamı yok. Asıl olan medya patronajı ve zihniyeti. Başbakan'ı kızdırmamak veya yaranmak gibi dürtülerle, ne yapıyorlarsa, kendileri yapıyor zaten.

 

‘Konuştuklarımızın gerekçesi, kamu ihaleleri’

 

- Bilgi Üniversitesi öğretim görevlisi Doç. Dr. Esra Arsan, medya ve siyaset ilişkisinde kamu ihalelerine işaret etti. Patronları korkutmak bu yüzden mi bu kadar olay?

Elbette.

- Dinç Bilgin, "Yıllarca gazetecilik dışında bir iş yapmamak için mücadele ettim, sonunda girdim" dedi. İflas eden Bilgin, gazete patronlarına ders olmadı mı, olmayacak mı? 

Olmadı ve olmayacak. En azından, görünebilir bir gelecek için. Türkiye'de demokratikleşme mesajı, demokratikleşme bağlamındaki kurumsallaşmayla ilgili bir şey. Anayasamız yok. 1982 Anayasası yürürlükte, ama vicdanlarda bitmiş bir anayasa. Yeni anayasa yapacaktık, ama nasıl yapılacağı da belli değil. Hukuk sistemimiz dökülüyor, özel yetkili mahkemelerin uygulama tarzına bakın... Dolayısıyla, demokratikleşmenin hukuk çerçevesi oturmadan ve kurumsallaşmadan, bu toplumun medyasında da Dinç Bilgin'in dediği anlamda sadece medya sermayesi olarak varlığını sürdürmek olamaz.

Deminden beri konuştuklarımızın gerekçesi, söylediğiniz gibi kamu ihaleleri. İktidar tekelleşmesinin çok belirgin olduğu bir yapıda yaşıyoruz, o yüzden "Başbakan'ı kızdırırsak, o kamuoyu ihalesinde benim aleyhime bir durum doğabilir" diye düşünüyor. Türkiye'de siyasi iktidar o kadar güçlü bir şey ki, vergi uygulamasıyla eller havaya kalkabiliyor. Doğan medyasının da başına gelen şey buydu.

 

 

 

 

 

İlgili Haberler