Gündem

Aslı'nın Arkadaşları: Eksiği anlatır Aslı, karşılaşmayı hep ertelediğimiz karanlık yüzümüzü...

Nil Sakman: Yazı meydan okumaktır...

02 Eylül 2016 17:01

Nil Sakman*

İnsan kendi hayvani doğası ile barışabilir mi? ‘Ehli Olanın’ sınırları konusunda bir anlaşmaya varabilir miyiz? Doğa kanunundan toplum sözleşmesine evrilen yaşam deneyimi insana ve insanlığa türlü kolaylık sağlıyor. Peki ya eksilttikleri? İster istemez bu hayvani doğanın niteliği üzerine düşünüyorum. İçgüdülerimiz, sezgilerimiz, genetik koda bağlı davranışlarımız ve sonradan öğrendiklerimiz…Clarice Lispector düşüyor aklıma. Düşünüyorum: İşten ayrılan yardımcısının odasını temizlemeye girişen bir kadının karşısına birdenbire çıkan hamam böceği ile yaşadığı yüzleşmeyi. Toplum sözleşmesi kalorifer borularının ötesini görmeyeceğimizin sözünü verir. Medeniyetin verdiği diğer her söz gibi bu da hilelidir: Ayrıksılığımızı alır elimizden, deli gibi dönüp durduğumuz bir tekrarın içine fırlatır. Atık su kanallarıyla, dışkı ve pislikle, veba ve tifo ile işimiz olmayacaktır artık. İçerisi dışarısından kesin çizgiler ile ayrılmıştır. Ne bir fındık faresi ile ilişkileniriz ne de yolunu şaşıran bir çekirge ile. Şehir yaşamı kendi sınırlarını dayatır. Doğa ile ancak dolaylı yoldan ilişkilenebilen steril bir hayatın ritmine alışırız. Arkaik bir böceğe tiksinmeden bakmanın, aynı boy hizasında ilişki kurmanın, bir varlık ile bir diğer varlık arasında eşitler arası bir ilişki kurmanın, ya da böylesi bir çabaya girmenin diyelim değeri üzerinedir G.H.’nin Çilesi. Agamben, ‘kendini bilebilme dışında, insanın kendine has özel hiçbir kimliği yoktur,’ der. Tekerleme gibi: Kendini insan olarak bilmesi gereken hayvan olarak insan. Bundan söz ediyoruz. Diyebiliriz, ki insanın insanlığının yükü, kendini bilme sorumluluğudur. Bu aynı zamanda bir bedel, bir eksilmedir de.

G.H.’nin Çilesi’ni. Bu aralar hemen her vakit Kabuk Adam ile birlikte geliyor aklıma. İnsan ile insan olmayanın sınırında, bilindik tüm estetik yargılara meydan okuyan bir anlatı kaleme almış Aslı Erdoğan’ı anıyorum. Eksiği anlatır Erdoğan. Hep eksik kalacak olanı. Karşılaşmayı hep ertelediğimiz karanlık yüzümüzü. Bakmayı reddettiğimiz bir Öteki’yi. Kabuk Adam’ın çirkinliği karşısında dehşete düşeriz. Ama varoluşa dair bir yücelik de vardır onda. Kendimize eksik kalışımızın, insan olmak ile herhangi bir varlık olmanın sınırında yaşama anında beliren epifaninin anlatısıdır Kabuk Adam bana göre. Her vakit ertelenen bir varoluş ile dünya şahitliğimizi yarım yamalak deneyimlemeye gayret ettiğimizi anımsatır.

Yazı meydan okumaktır, derler. Çünkü yazar sürekli ertelenen bir deneyimi temsiliyetin sınır boylarında gezerek kayıt altına alma çabasında olandır. Dünya düzeni insana kendi varlığına, etrafını çevreleyen yaşama dair bir şeyleri hep eksik anlatır. Günlük dil tüm pragmatik nitelikleri ile sessizdir bu anlamda, varoluşun dilini konuşacak yetkinliğe asla ulaşamayacaktır. Arı sıkıntıya düştüğümüzde örneğin, günlük dil bize bu yaşam şahitliğinin kelimelerini vermez. Alış ve veriş vardır onda, kitleleri peşinden sürükleyecek retorik kalıplar vardır, doğum günü kutlamayı bilir günlük dil, iyi ki doğdun ya da başın sağ olsun, demeyi. Ama acı sessiz kalır, ben kimim sorusu sessiz kalır, bir deniz kazasında ya da bir kar fırtınasında ölenlerin etrafını saran hüzün sessiz kalır. Günlük dil ‘anlatamıyorum’ der. Yazar burada girer devreye. Göçebe bir akıl, kendi varlığının, bu varlığa korkmadan çırılçıplak bakma cüretinin bedelini ödeyen bir akıl. Evet, yazıya, yazı yoluyla kendi içindeki bilinmeyene, tanıdık olmayan onlarca sese yürüyen bu akıl hep ama hep bedel öder. Dilden önce insan varlığı türlü spekülasyon ile karşı karşıya oldu her vakit. Bu nedenle konuşmayan, benlik bilgisine sahip olmayan bir insan arketipinden söz ederken biraz da gizemli bir yapı var karşımızda. Ancak diğer taraftan dilden sonraki insanı biliyoruz. O, kendisinin bile yabancılaştığı, artık uyuşmuş, kimi zaman varlığını bile unuttuğu bir acı çekiyor. Tarihin körelttiği bir sezgiyle hala yolunu bulmaya çalışıyor. Şimdilik, dönüp dolaşıp aynı yere çıkıyor gibi.

Tekrar Lispector’ın hamam böceğine dönüyorum. Elimize alamadığımız, göz göze bakamadığımız o mucizevi varlığa. Etrafıma bakıyorum: Ev dediğim bu yere…Sonra gece başımı koyup uyumadan önce üç beş kere düşüneceğim, bir cesaretlenip bir vazgeçeceğim bozkıra bakıyorum. Hasat alınmış. Geriye kalan sapların yabansılığı beni hem kendine çekiyor hem de ürkütüyor. Bugüne kadar gördüğüm tüm hamam böceklerini temsil eden ‘fikrimin böceği’ kafamın içinde gezinip duruyor. Kendisini çevreleyen dünya ile benim gibi ilişkilenmediğini seziyorum bir biçimde. Kelimeleri yok onun: bir sınır aşımının eşiğinde debelenmiyor benim gibi. Olageliyor. Ona romantik bir hürriyet de atfetmiyorum. Yine de soruyorum kendime: Var oluşun bu gizine saygı duymayı edebiyat olmasaydı öğrenebilir miydim? Sonra Kabuk Adam’a dönüyorum bir kez daha. İnsan olmanın geçiciliğini kavramış bir insanın yazı evrenini görüyorum orada. Kemik kemiğe ilişkilenmenin, hakikâti hakikâtin dilinden konuşma olasılığının, deneyimin yaşam şahitliğine kattığı niteliğin farkında bir kadın. İnsan kendi hayvani doğası ile barışabilir mi? Kendini bilmenin ağır yükü altında eksilerek çoğalabilir mi?


Bu yazı ilk olarak Kültür Servisi'nde yayımlanmıştır