Kültür-Sanat

Aslı Özge: 'Ansızın' geç kalmış bir büyüme hikayesi...

Berlinale'den özel ödül kazanan 'Ansızın' filmi İstanbul Film Festivali'nde gösterilecek

07 Nisan 2016 23:18

Levent Arslan

66. Berlin Film Festivali’nin ‘Panorama‘ bölümünde Dünya Premieri gerçekleştirilen ve büyük beğeni toplayan Aslı Özge’nin Almanca çekilen ve Almanya-Fransa-Hollanda ortak yapımı yeni filmi ‘Auf Einmal‘ (Ansızın) festivalde Label Europa Cinemas Özel Mansiyonu’nu kazandı. 42 ülkede 977 sinema salonunun bağlı olduğu Europa Cinemas jürisi “Ansızın”a bu ödülü vermelerine neden olarak “filmin yüksek artistik kalitesini” gösterdi.

İstanbul doğumlu olan, 16 yıldır Berlin’de yaşayan Aslı Özge Alman Sineması’nın geleceği olarak görülüyor ve ‘Ansızın‘ Istanbul Film Festivali’nde uluslararası yarışmada 12.04.2106 tarihinde saat 21.30’da Atlas Sineması’nda gösterilecek.

Filminiz de bir parti sonrasında son misafiri beklenmedik bir şekilde ölen ve polisin gözünde şüpheli şahıs durumuna düşen Karsten’ın giderek yalnızlaşmasını işliyor. Sizce baş karakter Karsten filmin finalinde dönüştüğü kişilik ile ergenlikten yetişkinliğe mi geçiyor?

Evet, Ansızın, aynı zamanda geç kalmış bir büyüme hikayesi. 

Filmin dayandığı bir bilimsel teori, felsefi yaklaşım, sanat, edebiyatta benzer eserler söz konusu muydu sizi etkileyen, tetikleyen? Filmin çıkış noktası nedir?

Türkiye’de genç bir kadının nedeni bilinmez bir şekilde yeni tanıştığı bir adamın evinde öldüğünü bir gazete haberinde okudum. Ertesi gün medyada, evli ve çocuğu olduğu ortaya çıkan bu kadının gece vakti bir adamın evinde ne aradığı üzerine bir çok haber, tartışma, yorum çıktı. Bu genç kadının ölümünün sosyal açılımları, üstümüzde yaratılan baskı ilgimi çekti. 

Toplumda hepimizden mükemmel ve başarılı olmamız gerektiğine dair bir beklenti var. Hata yapmamız istenmiyor. İster Almanya ister Türkiye olsun, bu her yerde geçerli. Bu düşünceler ışığında Karsten’ın hikayesini yazmaya başladım. Kafamdakilerin ‘Hamlet’ hikayesiyle ortak noktaları olduğunu fark ettim. Mesela Karsten da çevresindekilerin ikiyüzlülükleriyle karşılaşıyor. Hatta filme Hamlet’ten bir alıntıyla başlıyorum.

Bütün Dünya’nın karşınızda yer aldığını hissetmek? 

Evet, ben de bunu sıklıkla hissedebiliyorum. (Kahkahalar) 

Dışardan bakıldığında hatasız bir portre çiziyorsunuz. 

Hissettiğim bu baskı aslında film yaptıkça daha da artıyor. Film işinde ayrıca hem maddi hem manevi olarak sert bir dünyanın içindesiniz. Sürekli mücadele etmek, adımlarınızı hep iyi düşünerek ve çok çalışarak atmak zorundasınız. Ben en baştan hesap, kitap işine giremiyorum: Beni neyin çektiğini bilmeden peşinden gitmeye başlıyorum, sonra onu iyi bir şekilde yapmaya çalışıyorum. Baştan hesaplayarak gitsem belki daha iyi olabilir. (Kahkahalar) 

İnternette hakkınızda çok fazla bir şeye rastlanmıyor. Yer alan bilgiler ise özenle seçilmiş.

Evet, evet! Bu aşırı ‘control freak’ halimin bir yansıması.

Facebook hesabınız olmasına şaşırdım. 

(Kahkahalar) Aslında sosyal birisiyim. İstanbul’da doğdum büyüdüm. Lisede okurken 17 yaşımda kanserden annemi kaybettim. Belki sinema yapma kararımı bu olay tetiklemiş olabilir. Her sabah önce sinemaya sonra hastaneye annemi ziyarete giderdim. O sırada bu konu üzerine belki konuşamadığım için daha çok yazmaya başlamıştım. Sonra Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi’nde Sinema Televizyon okudum. 

İstanbul’da kimlerle sohbeti koyulttunuz? Jenerikte Bülent Erkmen ile çalıştığınızı görüyoruz. 

Senaryolarımı ilk önce, bütün filmlerimin görüntü yönetmeni olan Emre Erkmen’e, ondan sonra da Bülent Erkmen’e okuturum. Onlarla konuşmadan, fikirlerini almadan ortaya çıkartmam. Film bitmeden son gösterdiğim kişi ise Nuri Bilge Ceylan. Öncesi ve sonrası için kendimi iyi hissettirecek böyle bir uygulamam var. Onlar dışında da pek kimseye göstermem, öyle çok gösteri yapıp fazla fikir almaya inanmıyorum.

“Ansızın”‘da Quentin Tarantino’nun “Eşkiya Çetesi” (Hateful Eight) filminde rol alan Sebastian Hülk, “Sophie Scholl” ile Gümüş Ayı’nın sahibi olan ünlü Alman oyuncu Julia Jentsch ve Steven Spielberg’in “Münih”inin oyuncularından Hans Zischler başrolleri paylaşıyor. Oyuncularla ilişkiniz, oyuncu yönetim stratejileriniz dikkat çekiyor. Özellikle profesyonel Alman oyuncular çekimler esnasında verdiğiniz anlık kararlara çok alışkın değiller. Oyuncularınız daha önce planda olduğunu bilmedikleri değişikliklere gittiğinizden söz ediyor.

İlk günden beri, kendim için, düşündüğüm bir şey var. Film hayatın kötü bir taklidi olmamalı. Gerçeğin yanında gerçek olmayan sahte durabilir. Gerçek olabilmek çok zor. Bu benim ilgimi çekiyor. ‘Köprüdekiler’de böyle bir şeyin ardından gittim. Okuldayken ilk çektiğim kısa filmde oyuncu ile 3 üç gün bir odaya kapanmıştım. Benim elimdekine ek olarak onun eline de bir kamera vererek, farklı bir bakış akışını da katmaya uğraşmıştım. Oyuncularla bu tür alış verişi önemsiyorum. Kontrolsüz bir şeyi kontrol etmek hoşuma gidiyor. Hayatın içinde, yazamayacağımız kadar iyi ve ilginç bir akışı kontrol etme çabası beni cezbediyor. 

Peki bir filminize ne zaman, "tamam bitti", diyebiliyorsunuz?

Bitti diyebilmek, o hakikaten çok zor bir şey. Çekimler öncesinde filmi nasıl çekeceğimi düşünen, iyi hazırlamayı seven birisiyim. Emre ile birlikte genelde sahneleri planlayıp, çizeriz. Sonrasında oyuncularla uzun provalar yaparım ancak onlara tüm metni vermem. Çevrelerindeki her şeyi ince ayrıntısına kadar tasarlayıp, sonra da onlara bunu kırabilecek özgür bir alan sağlamaya çalışıyorum. Bu karşıtlıktan çıkabilecek sonuçlar ilgimi çekiyor. 

Her filmdeki farklı içerik farklı formları gerektiriyor. ‘Hayatboyunda’ ki karakterlerin birbirine olan mesafesini içinde grilerin mavilerin ağırlık kazandığı bir renk skalasıyla belirlemişken bu filmde mavi kullanmayı yasakladık. Hikayedeki bir şeyleri, ’sevilenleri kaybetme’ halini sonbahara yakıştırdık. Almanya ağaçların yapraklarını kaybetmeye başladıkları ‘altın sonbahar’ denilen zaman görsel olarak çok etkileyici. Buna dayanarak biz de renk skalasını, kırmızı, sarı, kahverengi tonlarında belirledik ve mavi böylece dışarda kaldı. Kimi sınırlar koymak hoşuma gidiyor.

George Perec ‘e’ harfini kullanmadan bir roman yazmıştı.

Evet, böyle işler çok hoşuma gidiyor. Bülent Erkmen’in de işlerinde bu tür farklı konseptleri görebiliyoruz. Matematik olarak bir işin ‘sağlama’sını yapabilir ‘check’ edebilirsek, o işin üzerine emek sarf ediyor içinde başka derinlikler aramak üzere yöneliyoruz. Sınırlandırmaların içindeki yeni form arayışları benim ilgimi çekiyor. Bir temayı anlatmaktan çok onu ‘nasıl’ anlatacağım benim için ön planda yer alıyor. 

Bir süredir yeni projenizin çalışmaları yürüyor. Filmlerin sayısı arttıkça yapı/t yükseldikçe ne yapacağımız ile ilgili merak ve beklenti de yükseliyor bu başta sözünü ettiğiniz baskı ile nasıl başa çıkıyorsunuz? 

Belki Berlin ve İstanbul arasında gidip gelmenin en büyük avantajı burada ortaya çıkıyor. Bir film yaptığınızda Türkiye’de genel olarak bir sessizlik hüküm sürer. Tepki almak, önyargısız tepki almak zordur. Türkiye’de bir de ‘taraf’ olma hali vardır. Bu beni rahatsız ediyor. O yüzden biraz uzakta kalıp nötr bir yerde film yapmak çok iyi bir deneyimdi. 

Sizi ne derece sindiriyor ya da tetikliyor? 

Çok fazla takılmamaya çalışıyorum çevremdekilerin dediklerine. Kendi iç sesimi dinlemeye devam ediyorum. İlk filmim çıktığında Bülent Erkmen’in bana yolladığı bir notu çalışma masamın üstüne astım: Önüne bak! Sinemada herhangi bir iş yerindeki gibi çalışıp, sürekli yükselme gibi bir durum söz konusu değil. Bir filminizde yere göğe sığdırılamasanız da yerden yere vurulsanız da gelecek filminizin nasıl olacağına dair hiç bir garanti yok. Duygusal olarak çok yıpratıcı olabilir bu durum. Bununla başa çıkma yöntemlerimden bir tanesi de bir filmi bitirirken diğerine hazırlanmaya başlamak ve duygusal olarak yenisine yoğunlaşmak. 

Artık siz burada değilsiniz. Ne yüceltmelerin ne yermelerin sizi yıkamayacağı, bir devamlılık stratejisi. Bir değerler dizgesi. İşinizi iyi yapmaktan sorumlusunuz.

Evet, belli bir saatten sonra filmin kendi kendine var olacağını, yoluna devam edeceğini anlıyorsunuz. Kendimin en büyük eleştirmeni yine kendimim. Son ana dek eleştirmeyi bırakamam. Nasıl yapsam da daha iyi olsa diye düşünürüm, hiç memnun olmam. Her zaman ‘keşkelerim’ vardır. (Kahkahalar)

Sinema bir ekip işi, bu kadar başarılı bir ekibi nasıl bir araya getirdiniz? Yapımcılarınızla karşılaşmalarınızın hikayesi nedir?

‘Köprüdekiler’i Fabian Massah’la birlikte yapmıştık. Hem Fransız ortaklarla hem de Hollandalı ortaklarla çeşitli festivallerde tanıştık. Hep bağlantıda kaldık ve ilişkimiz giderek gelişti. Bir gün Memento (Memento Films International Paris)’dan bir mail geldi: ‘Yeni bir senaryon varsa okumak istiyoruz.’ Senaryomu yolladım, kısa bir süre içinde beğendiklerini ve dahil olmak istediklerini söylediler. O anlamda kendi kendine yürüyen bir yol oldu. 

Yağdan kıl çeker gibi mi? 

Yok, hiç bir şey asla öyle olmuyor. Önemli olan bu tür şirketlerle başlamak değil, devam ettirebilmek. Genç bir yönetmen için zorlu bir süreç aslında. Herkes bir tarafından çekiştiriyor, söz hakkı almak istiyor, para koyuyorlar tabii, bizim de filmimiz, diyorlar. Karşınızdaki, çevrenizdeki şirketler ne kadar güçlü, dişli ise o kadar zorlanıyorsunuz. Ancak ben o zorlanma sürecini seviyorum. İş o süreçte olgunlaşıyor. Başvuru süreçlerini de seviyorum. Sayısız fona başvuruyorsunuz ve başvurdukça projenizi daha da geliştiriyorsunuz. Ben her başvuruya başka bir senaryo yolluyorum. Çünkü sürekli düzeltiyorum. Hiç kimseye yüzde yüz hiç bir işi teslim edemeyen bir yapım var. Prodüksiyona da burnumu sokuyorum. İşin içinde aynı zaman bir coprodüktör olarak yer alıyorum. Projemi kendim anlatmak, sunmak istiyorum. Bütün bunlar aslında hep güvensizlikten, daha iyi nasıl olur 5 konusunda ne kendime ne de başkasına tam anlamda güvenememekten kaynaklanıyor. (Kahkahalar)

Triatlon’daki ‘iron girl‘ler gibi uzun mesafeleri hem yüzüyor, hem koşuyor hem de bisikletle kat ediyorsunuz.

(Kahkahalar) İnsan zaman içinde belki hep aynı isimlerle çalışırsa belki bazı şeyleri bırakabilir ama ben daha henüz o noktaya gelemedim. Tabii yorucu oluyor. Bir tek Emre Erkmen dışında: Benim işimi en çok hafifleten, en çok rahatlatan, bana en çok yaratıcı katkısı olan kişi o oluyor. Hiç bir zaman güzel resmin, güzel görüntünün filmin önüne geçmesine olanak vermeyen bir görüntü yönetmeni. Bulunmaz bir şey bu. Her zaman içerikten yola çıkarak, güzel bir şey yaparken dahi kendini görünmez kılarak yapmayı seçen bir görüntü yönetmeni. Bu benim için çok önemli. Bir unsurun filmin dışına çıkarak, öne geçmesi benim çok hoşuma gitmiyor filmlerde. Emre ile o yüzden senaryo aşamasından itibaren içerik üzerine çok tartışıyoruz. Senaryo geliştikçe o hep okuyor ve hep bir fikri oluyor. Benim ana merkezde neyi tutmak istediğimi görüyor. Böylece birbirimizi çok iyi dengeliyoruz. Bir yönetmen sette güvendiği bir göz olmadan kendisini çok yalnız hisseder. Hayal bile edemiyorum öyle birisi olmadan film çektiğimi. 

Bütçe ne kadardı toplamda? 

2 milyon Euro. Medienstiftung NRW var, Medienboard Berlin-Brandenburg var, DFFF var, EU Media Programm var Nederlands Film Fund var.

WDR ve ARTE televizyonları var. 

Evet var da var. Şimdi bir de Berlinale başarısı var. Belki belli bir saatten sonra filminizin bütçesinin 2 milyon, 20 milyon veya 200 milyon olması belki de çok bir şey ifade etmiyor. Ancak önünüzün çok açık olduğunu görmek için müneccim olmak gerekmiyor. 

Bütçe işin içine girince dinamikler de tabii değişiyor. İş kontrol edilemez bir yere de gelebiliyor. Ama bu bir avantajda getirebiliyor. Mesela yaprakların sararmasını bekleyebilmek bir lüks. Bütçe bu olanakları getiriyor. Diğer yandan sette çok tanımadığınız insanların dolaşması, özeli kaybetmenize neden olabiliyor. Hem pozitif hem negatif tarafları var ama illa büyük bütçeli bir film yapayım diye düşünmedim. Benim için bu filmde çekim gününün çokluğu önemli bir lükstü. Bu hele Almanya gibi televizyon işlerinin 24 günde çekildiği bir yerde her yönetmenin elde edebildiği bir ayrıcalık değil. İlk günden itibaren bastırdım ve 40 günün altını kabul etmedim. 

 Filmin hangi sahneleri Berlin’de çekildi?

Mahkeme sahneleri Berlin’de diğerleri Altena’da çekildi. 

Altena bana bir saat uzaklıkta. Görüntü olarak nerdeyse bire bir. Yemyeşil, huzurlu keyifli, sakin bir nokta.

İçerikten gelen bir seçim oldu. Etrafını dağların çevirdiği gökyüzünün gözükmediği bir yer olsun istiyordum. Altena küçük 17 bin kişinin yaşadığı bir yer. Nüfusun yarısı ekonomik sıkıntılar yüzünden orayı terk etmiş. Ancak 17 bin kişi orada kalmaya devam ediyor. Orada kalmaları için ne gibi nedenleri vardır: Merak ettim açıkçası. Bir şehirde oturmamız, aile, arkadaşlar ve işe bağlı olabilir. Filmde bütün bunların nedenlerini hissettirebileceğim bir yapı kurmak istedim. Altena’ya gittiğim zaman, dağların arasından akan nehir ve sonbahardaki hali beni görsel olarak cezbetti. 

Peki şu an üzerinde çalıştığınız bir proje var mı? 

Var. İki şey üzerinde çalışıyorum. Biri Türkiye’de geçiyor. Onu bu sene içinde çekmeyi planlıyoruz. Diğeri daha fikir geliştirme aşamasında.