Kültür-Sanat

Asistanı anlattı: Kadir Amca, Kadir Dede ve Vedat Türkali...

"Son zamanlarda kendi çıkamadığından anlatmak istediği her şeyin fotoğrafını çekmemi istiyordu"

29 Ağustos 2018 23:28

Aslı Uluşahin*

2010 yılı. Roman Kahramanları dergisi yeni çıkmaya başlamış, editörlüğünü yapmaya çalışıyorum. İkinci sayı için yayın yönetmeni Irmak Zileli’yle, Vedat Türkali’nin “Bir Gün Tek Başına” romanındaki Kenan karakteri üzerine bir dosya hazırlamaya karar verdik. Daimi asistanı Sebahat Altıparmakoğlu’yla o zaman tanıştım. Dosyanın kapsamını, kimlerden yazı isteyebileceğimizi konuştuk. Bu tanışma şimdiye uzanan dostluğumuzun başlangıcı oldu.

Sebahat dergi yayımlandıktan (ikinci sayı Mayıs-Haziran aylarını kapsıyordu) kısa bir süre sonra ilginç bir öneride bulundu. Vedat Türkali yazı Bodrum’da geçirecek ve orada yeni romanına çalışacaktı. Bu sürede asistanlık yapacak birine ihtiyacı vardı. Sanırım teklifi hemen kabul ettim. Üniversitede “Güven”i okumuş, uzun süre etkisinde kalmıştım. Şimdi yeni romanının oluşum aşamasına tanıklık edecektim.

Vedat Türkali’den de onay çıkınca, işimden istifa ettim ve Temmuz ayı başında Bodrum Torba’da eşi Merih Hanım’la kaldığı eve yerleştim. Çalışmaya –ve birlikte yaşamaya– başladık. Sonrası kısa velakin hayat üzerine öğretici bir deneyim.

O zaman Kadir Dede –artık ona böyle sesleniyordum– ve Merih Teyze 91 yaşındaydı. Önce Merih Teyze’yi, 29 Ağustos 2016’da da 97 yaşındaki Kadir Dede’yi kaybettik. Bugün onun ölüm yıldönümü.

Yazar asistanları, yazarlar hakkında en çok bilgiye sahip olanlar arasındadır. Bu nedenle Kadir Dede’yi ölüm yıldönümünde, Sebahat’le yaptığımız bir sohbetle analım istedik.

Ben Kadir Dede’yle – ve seninle de– tanışma hikâyemi anlattım. Sizin yolunuz ne zaman, nasıl kesişti?

Senin Kadir Deden, benim Kadir Amcam. Ben onunla ilk karşılaştığımda evde Atıf Yılmaz vardı. Kadir Abi, diye hitap ediyordu. Bu “Vedat” ismi takma isim ya, demek “Vedat” denmesinden hoşlanmıyor diye düşünüp ben de Kadir Amca diye hitap ettim. Öyle kaldı. Sonraki yıllarda, o çok yaşlanınca “dede” dedirtmek istedi ısrarla. Uğraştım ama döndüremedim dilimi.  Sen dede olduğu günlere denk geldin.

O yaz, Bodrum’da Kadir Amca ile çalışmayı kabul ettiğinde nasıl sevindiğimi bilemezsin. Benim gidebilecek durumum yoktu ama bunu Kadir Amca’ya anlatmanın imkânı da yoktu. “Bitti Bitti Bitmedi”ye başlamıştı sanırım. Yalnız çalışamazdı. Sen onun roman için tüm gereksinimlerini karşılayabilirdin. Ama onunla çalışmanın zorluklarını henüz bilmiyordun. Bir gün buluştuğumuzda orada neler olabileceğini, kaygılarımı sana anlattığımı hatırlıyorum. Hepsini göze alıp iyi ki kabul etmişsin. Ondan bize bir de bu arkadaşlığımız kaldı.

Benim Kadir Amca ile yolum 2003 sonbaharında kesişti. İstanbul’a yeni taşınmıştım. Arkadaşlarım “Vedat Türkali asistan arıyor” deyince hemen “ben olayım” dedim. O, ömürlük bir asistan aramıyordu aslında. “Kayıp Romanlar”ı bitirene kadar yardıma ihtiyacı olduğunu düşünüyordu. Ben de iş hayatımı böyle kuramazdım. Kalıcı bir iş bulana kadar iyi olur diyordum. Beni tavsiye eden arkadaş güvendiği biriydi. Kararlaştırdığımız gün gittim evine. Önce bir sorgudan geçtim tabii. “Yarın gel, başlayalım” deyince nasıl sevindim bir bilsen. Edebiyata, siyasete, İstanbul’a kalbinden giriş yapmış oldum. Çalışmamız onun kalan ömrü boyunca sürdü. Öldüğünde çok şaşırdım. O sıralar roman yazıyorduk. Önümüzdeki zamanlarda yazmayı planladığımız iki roman daha vardı. Sonra yazmak istediği senaryolar vardı. Galiba ben ondan önce ölecektim. Öyle birden, daha çalışmalarımızı bitirmeden gidince nasıl şaşırdım, nasıl yalnız kaldım bilemezsin.

Ben de öleceğini hiç sanmazdım. Herkes gidecek ama Kadir Dede kalacak gibi gelirdi. Biz kısa bir süre çalıştık ama sen uzun yıllar en yakınındaydın. Birlikte yaptığınız çalışmalar nelerdi?

Ahh ne zor bir soru. Onunla yaptığımız çalışmaların kapsamı, gömleğinin düğmesinden kitaplarının dünya dillerine çevrilmesine kadar uzayıp giden ufku belirsiz bir yol. Ben bu soruyu kitaplarıyla sınırlı tutmaya çalışarak yanıtlayayım en iyisi.

Onunla çalışmaya başladığımda “Kayıp Romanlar”ın ilk yirmi sayfası yazılmıştı henüz. O sıralar 84 yaşındaydı. Ben hayıflanıyordum “ne kadar da geç kaldım” diye. Meğer birlikte 13 yıl çalışacakmışız, hem de dolu dolu, hiç durmadan. Vedat Türkali “Güven” romanını bitirmiş –biliyorsun İngiltere’de tamamladı– Türkiye’ye dönmüş, Cihangir’deki evine yeni yerleşmişti. Uzun soluklu çalışmasından sonra biraz dinlenip “Kayıp Romanlar”ı yazmaya başlamıştı. Ben, evini ve düzenini kurduktan sonra onunla çalışmaya başladım. Oldukça hacimli bir kütüphanesi vardı, önce onu düzenlememi istemişti. Arada da “Kayıp Romanlar” için araştırmalar yapmamı, belgeler bulmamı, bazı kitapları okuyup özetlememi istiyordu. Ben bu işleri genelde evde, çalışmadığım zamanlarda hallediyordum. Oraya gidince de kütüphaneyle uğraşıyordum.

İlk zamanlar birbirimizi tanıma, alışma, birlikte çalışmak için yöntem bulma arayışlarıyla geçti. Tam çalışma tarzımızı biçimlendirmeye başlamıştık ki Vedat Türkali karda düştü, kalça kemiği kırıldı. Sonra ardı ardına ameliyatlar geçirdi. Birden her şey altüst oldu. Çok zor günlerdi. Yine de “Kayıp Romanlar”ı bu süreçlerin içerisinde yazdı. Bu ameliyatlara kadar asistansız da çalışabilirdi ama artık dışarı bile çıkamıyordu. Ben de hem çalışmalarına hem de hayatına balıklama dalmış oldum. Kara düzen çalışmaya başladık. Kriz zamanları daha öğretici oluyor. Sonraları belli bir düzen oluşmaya başladı. “Kayıp Romanlar”dan sonra “Şeytanın Kaşık Oyunları” adlı bir oyun, “Yalancı Tanıklar Kahvesi” romanı, “Tüm Yazıları Konuşmaları 2”, “Özgürlük İçin Kürt Yazıları 2”, “Bitti Bitti Bitmedi” romanı çalışmalarını birlikte yürüttük.

Arkadaşlarıma Vedat Türkali ile çalıştığımı söylediğimde “Yazdıklarını bilgisayara mı geçiyorsun?” sorusuyla sık karşılaşıyordum. Oysa o –senin de anlattığın gibi– aklındaki romanın mekânı ya da temalarıyla ilgili bilgi desteği veya farklı konularda araştırma dosyaları istiyordu. Hatta roman kahramanları üzerine sohbet ediyorduk.

Son zamanlarda kendi çıkamadığından anlatmak istediği her şeyin fotoğrafını çekmemi istiyordu. Mesela bir tekne kiralayıp Kınalıada’nın etrafını dolaşarak her yerinin fotoğrafını çekmiştim. Sonra Hozat’a gidip Kayışoğlu Yarması’nın fotoğrafı…. Sayısız dosya hazırladım. Onları okuyup birkaç cümle ile geçince bozuluyordum başlarda. O kadar uğraş bunun için miydi diye.

Yanılmıyorsam o dönem, bir hikâye bulmanın roman ya da öykü yazmak için yeterli olmadığını söylemişti. Sen roman ya da kısaca metin yazımı konusunda ondan öğrendiklerini anlatsana?

Bir anlatıda fazlalığı atmanın önemi, metni yaşar gibi okutan ögeler, devrik cümlelerle kurulan gerçeklik, iç konuşmaların çarpıklığı, zenginliği, söylemek istediğin şeyleri kahramanlara söyletmek, metnin en doğru zamanda doruğa çıkması… Bunları öğretmeye çalıştı ama öğrendim mi bilmiyorum.

Kadir Dede’nin yazın sürecinden bahsederken Mehir Teyze’yi anmamak olmaz. Ne şahane kadındı değil mi? Bence “Vedat Türkali edebiyatı” denildiğinde, bunda Merih Teyze’nin büyük katkısı vardır. Misal, yayımlanmadan önce bir romanını okuyup unutulmuş bir karakteri hatırlatması meselesi var: “Kadir bu adama sonra ne oldu?” diye sorması.

Sadece Merih Teyze’ye değil, romanlarını yayımlanmadan önce başkalarına da okuturdu. Düşüncesini merak edip yazdıklarını okuttuğu kimler vardı?

O an kimlerle görüşüyorsa onlara okutuyordu. Bir de varsa yazdığı konunun uzmanlarına. Doktorlara tıbbi kısımları danışıyor, yazdıktan sonra da doğru olup olmadığını söylemeleri için okutuyordu. Hukukçulara da onlarla ilgili kısımları danışırdı. Bir de anlattığı dönemin tanıklarını önemserdi. Fikrini en önemsediği kişinin Haluk Gerger olduğunu söyleyebilirim. Yalnız ben hiç eleştirilere göre düzeltme yaptığına tanık olmadım.

Merih Teyze benim için çok özeldir. Onu bir romanla anlatmak isterdim. Kadir Amca’daki bütün kötü özellikler inadına iyiydi Merih Teyze’de. Yaşamından çok şey öğrenip, çok da ders çıkardım. Asıl onun yazar olması gerektiğini düşünürdüm. O, farkındalığı yüksek bir kadındı. Yetenekli ve bilgiliydi de aynı zamanda. Kadınlık prangalarını atmadan bir kadının ne yazar ne siyasetçi, ne de başka bir şey olamayacağını da onunla deneyimledim. Üzerine binen sorumluluklarla benimsediği roller Vedat Türkali’nin arkasındaki kadın olarak kalmasına yol açtı.

Merih Teyze’nin Vedat Türkali’nin yaşamına katkısı devasaydı ama edebiyatına katkısı vardı denebilir mi bilmiyorum. Benim tanık olduğum dönemde yoktu. Onların yaşam sürelerine göre oldukça geç girdim hayatlarına. Kadir Amca’nın anlatımlarından, geçmiş çalışmalarında emeğinin büyük olduğunu biliyorum. Harcanan emek ne kadar çok olursa olsun “Vedat Türkali edebiyatına katkı” çerçevesinde değerlendirilmemesi gerektiğini düşünüyorum.

Kadir Dede’nin övündüğü iki şey vardı: “Şair olmadığımı çabuk fark ettim ve sigaraya başlamadım” derdi. Ben özellikle “şair olmadığımı çabuk fark ettim” bölümünü önemsiyorum. Oysa Kadir Dede’nin İstanbul şiiri güzeldir. Bu konuda mutlaka konuşmuşsunuzdur: Şiirin bestesini beğeniyor muydu?

Hiç beğenmezdi o besteyi. Sonraları başkaları da besteledi ama onları da beğenmedi. Ama “Bekle Bizi İstanbul” şiiri de bestesi de onu aşmıştı. En iyi beste yapılsa bile bence şu ankinin yerini alamaz. O kitlelere mâl oldu. Kadir Amca şiiri çok iyi biliyordu o nedenle kendisini şair olarak görmemiş olmalı. Ezberinde şiirler vardı. Bazı şiir kitaplarını hiç masasından ayırmazdı. Nâzım Hikmet, Tevfik Fikret, Yahya Kemal şiirlerini gittiği yerlere bile götürürdü. Durup durup “Memleketimden İnsan Manzaraları”nı okurdu. Aslında onun edebiyatta yaptığı da Manzaralar’ın romanını yazma uğraşı değil miydi?

Nâzım Hikmet’ten okuduğu dizeler hâlâ kulaklarımda. Bu arada Bodrum’dayken şiir yazdığını söyleyen çok genç bir erkek Kadir Dede’yi evde ziyarete gelmişti. Ona anlattıkları arasında “kendi dilini bilme”yle ilgili sözleri aklımda kaldı. Orada sadece Türkçeyi bilmekten değil, kullandığın kelimeleri tanımaktan, neyi nasıl anlatacağına hâkim olup edebiyatını bu şekilde örmek gerekliğinden söz etmişti. Senin dil meselesiyle ilgili neler var aklında?

O eski dil bilirdi. Tevfik Fikret’i orijinal dilinde okurdu. Sen de tanık olmuşsundur, dörtlükler okuyup ne anladığımızı sorardı. Sonra açıklardı. “Bunlar öyle güzel ki” derdi. Roman yazarken yanında 5-6 sözlük oluyordu. Sürekli kelimelerin anlamlarına bakardı. Ayrıca sözlük okuduğuna da çok tanık oldum. Yazıda yeni dil kullanırdı. Konuşma diline geçen yeni kelimeleri de çok önemserdi. Bir tutumu vardı. Türkçe kelimeler kullanmaya özen gösterirdi. “Zengin” demezdi de “varsıl” derdi mesela. Ben onun konuşma diline de ayrıca hayrandım. Bir olay anlatırken onun kadar fazla kelime kullanan birini görmedim.

Bodrum’daki konukları arasında Suna Kan ve Memduh Ün vardı. Suna Kan’a hayran olmuştum. Memduh Ün geldiğinde ise fotoğraflarını çekmiştim de Memduh Ün fotoğraflara bakıp –kadrajı hiç beğenmediğinden– “senden sinemacı olmaz” demişti. Yani Kadir Dede’nin çevresindekiler de öğreticiydi. İstanbul’da evine kimler gelir giderdi?

Fotoğraf deyince aklıma geldi. Bir gün Emirgan’da Ara Güler ile karşılaştık. Ara Güler fotoğraf çektirmek istedi. Ara Güler’in sanatını beğenirdi ama kendisinden hoşlanmazdı. İkisinin fotoğrafını Ara Güler’in makinesiyle çekmek bana düştü. O fotoğraf o makinede kaldı. Bir kere “isteyelim” demiştim de hiç oralı olmamıştı.

Evet, gerçekten çok kişi vardı etrafında. Kendisi çok yönlü olduğu için sinemadan, tiyatrodan, siyasetten, edebiyattan onlarca, yüzlerce kişi vardı. Şimdi hangi birini sayayım. Ben Vedat Türkali’nin en çok eski yoldaşlarının onun için farklı olduğuna tanık oldum. En çok onları severdi. Birlikte hapis yattığı, birlikte mücadele ettiği kişilere aralarında her ne kadar anlaşmazlıklar da olsa ayrı bir düşkünlüğü, özeni vardı. Kitapları yalnızca yoldaşlarına “Abdülkadir Pirhasan” adıyla imzalardı. Vedat Türkali’nin en büyük dostluk duyguları taşıdığı kişi Haig Açıkgöz’dü diyebilirim. Bir de Kürtleri çok severdi. Mücadele eden, bir şeyler yapmaya çalışan, bedel ödeyen tüm Kürtler en sıcak duygularla yaklaştıklarıydı.

O dönem tarihi referandum gündemdeydi. Özellikle Kürt hareketinin nasıl bir tavır alacağını merak ediyordu.

Siyasetle ilgili sıkça konuştuğumuzu hatırlıyorum. Görüş ayrılıklarımıza karşın bu konuyu konuşmaktan çekinmez, benim çıkışlarıma aldırmadan bildiklerini anlatmakta ısrar ederdi. Tabii çok kızıp kerelerce bastonunu vuracakmış gibi kaldırdığı da aklımda.

Yine o zamandan bir sözü kulaklarımda çınlıyor: Bu ülkeye demokrasiyi Kürtler getirecek, demişti.

Başbakan’a mektup yazdığı zamanlardı sanırım. Ben de onunla anlaşamıyordum bu konuda ama o mektubu Dolmabahçe’ye götürüp teslim etmek zorunda kalmıştım. Biliyorsun hem bir sürü eleştiri aldı hem de övgü duydu mektupla ilgili. Aslında mektubu, gelinen süreci barış yoluna sağlıklı bir şekilde yönlendirmek için yazmıştı. Barış olsun diye çırpınıyordu.

Evet, de Gaulle örneğini veriyordu.

Kürt sorunun çözümü için adımların atılmaya başlandığı o yıllar onun en umutlu olduğu yıllardı. Sürece olan güvensizliği de vardı ama bunların bu kadar konuşuluyor, masaya yatırılıyor olması bile önemliydi.

O baston şu an karşımda. Bastonunu Özgür’e bıraktı Kadir Amca.

Bana da defalarca salladı.

Baston demişken, biraz da başka anılardan konuşalım. Sabahları uyuyakaldığımda bastonuyla odamın kapısına tak tak tak vurup beni yatağımdan fırlatırdı. Bu gülümseyerek anımsadığım anılardan. Ama kızdığım zamanlar da oldu. Çalışmamız o nedenle kısa sürdü zaten.

Huysuzluklarını anlatmazsak bu samimi bir sohbet olmaz.

Sahiden de huysuzdu ama eşit değildik onunla. Çok yaşlıydı bir kere. Huysuzluk diye tanımlayabileceğimiz birçok davranışı kendine yetememesine olan kızgınlığından kaynaklanıyordu. Yazılarını bilgisayarla yazardı. Elleri titrediği için yanlış tuşlara çok basardı. Bazen de yazdıklarını yanlışlıkla silerdi. İşte o zaman yanına yanaşılmaz hale geliyordu. Bana kaç kere bilgisayarı değiştirttiği oldu. Bu huysuzluk mu, evet, ama ne yapsın?

Benim onunla bu kadar uzun süre çalışabilmemde bu “huysuzlukları” tolere edebilme halimin payı büyüktür. Şimdi bu yazıyı okusa “tolere” kelimesini sildirip “hoş görme” yaptırır, sonra da hiçbir huysuzluğu olmadığını kanıtlamaya çalışırdı.

Öte yandan, Kadir Dede’yle çalışmanın öğretici olduğunu söylemiştim ya, bence “bir yazarla çalışma”nın dışında, onun olumlu ya da olumsuz taraflarını gözlemleyerek hayat hakkında çok şey öğrendiğimi düşünüyorum. Mesela herkese söylerim; “ben yaşamayı sevmeyi Kadir Dede’den öğrendim” diye. Bu da bir gün birlikte yüzerken oldu. Ben hayatımda bir kulaç daha atabildiği için bu kadar mutlu olan birini bir daha görmedim. Müthiş bir yaşama azmi vardı.

Bayağı önemli bir şey öğrenmişsin. Ben tek cümleyle anlatamayacağım galiba. Ondan öğrendiklerim hiç ummadığım anlarda karşıma çıkmaya devam ediyor. Onunla sohbet etmenin doyumunu eşsizdi. Yüzyıllık bilgi birikimiyle beslerdi anlattığı herşeyi. O, hiç durmadan okurdu. Marksist klasiklerin son yıllarda yayınlanan yeni çevirilerini hevesle karşılayıp çoğunu da okudu. Bu işin benim için tek kötü tarafı, yanında böyle biri varken başkalarıyla yapılan sohbetlerden pek tat alamamak oldu.

Son bir konuya daha değinip bitirelim: Kadir Dede’yi iki yıl önce kaybettik ama sanıyorum yakında onun elinin değdiği yeni bir çalışma karşımıza çıkacak değil mi?

Evet bugün ikinci ölüm yıldönümü. Son gecesinde yanında olma şansım oldu. Bir yolculuğun son anına kadar gidebilmenin anlamı da hüznü de başka oluyor. Bataklıkta Dağ Güneşi’ni soruyorsun, bak Kadir Amca’dan öğrendiğim bir şey geldi aklıma: “Yapıyorum demeyeceksin, yaptım diyeceksin” derdi.

----------------------------------------------------------------------------------------------------

Bu yazı kulturservisi.com'dan alınmıştır