Söyleşi

Gültan Kışanak: PKK Kandil'de filmler de çekiyor

Kışanak’ın Kürt sorununun alacağı yöne “rüzgâr” olması muhtemel KCK davasına ilişkin sorularımıza verdiği yanıtlar...

25 Ekim 2010 03:00

 Selin ONGUN- T24 
[email protected]    


BDP Eş Başkanı Gültan Kışanak ile Diyarbakır’daki KCK (Koma Civakén Kurdistan - Kürdistan Halklar Topluluğu) duruşmalarına ara verildiği Perşembe günü, Ankara’da konuştuk. Kışanak’ın Kürt sorununun alacağı yöne “rüzgâr” olması muhtemel KCK davasına ilişkin sorularımıza verdiği yanıtları biyografisinin eşliğinde okumak gerek.

1961 yılında Elazığ'da doğdu. 12 Eylül’de tutuklanmadan önce Dicle Üniversitesi’nde Türkçe Bölümü’nde okuyordu. 1980 ile 1982 yılları arasında Diyarbakır Cezaevi’nde yattı. Gözaltı sürecinde PKK’nın ilk kadrolarından Kemal Pir’i işkence tezgâhında defalarca gördü. Aynı işkencelerden geçti. Cezaevi sürecinde gazetecilik okumaya karar verdi. Çıktıktan sonra Ege Üniversitesi İletişim Fakültesi Gazetecilik ve Halkla İlişkiler Bölümü’nü kazandı. Stajyer olarak girdiği Güneş gazetesinin ardından Yeni Ülke’ye geçti. 1992’de Özgür Gündem’in kuruluş hazırlıklarında bulundu. Gazetenin Adana temsilciliğinin yanı sıra yazı işleri müdürlüğünü yaptı. Özgür Gündem’in kapatılmasından sonra Özgür Ülke’nin Yayın Koordinatörü olarak çalıştı. BDP Eş Başkanı Gültan Kışanak, Diyarbakır Milletvekili olarak Meclis’e girmeden önce Diyarbakır Bağlar Belediyesi’nde sosyal projeler danışmanıydı. 

PKK için KCK nedir? Kandil’in yeni örgütlenme modelinde profesyonel düzeyde film çekmek, müzik yapmak da mı var? PKK’nın KCK serüveninde “dağdan ovaya inme” takvimi nasıl işleyecekti? KCK davası yeni bir Diyarbakır Cezaevi sonucu çıkarır mı? Devletin kırmızı çizgilerine takılan Kürtler şimdi Gülen cemaatinin çizgilerine mi takılıyor? KCK operasyonlarında AKP ve Gülen cemaatinin neden birlikte hareket ettiğini düşünüyor? BDP, kardeşi, ağabeyi, babası PKK tarafından infaz edilen bir Kürt için “baskı” görmeden harekete geçebilir mi?

BDP Eş Başkanı Gültan Kışanak www.t24.com.tr için anlattı.


‘KCK, PKK’nin kendi serüveni’

-Gültan Hanım siyasetten önce 20 yıl gazetecilik yaptığınızı not düşerek, Fırat Haber Ajansı’ndan bir alıntıyla soralım; “KCK Yürütme Konseyi Başkanı Murat Karayılan, KCK önderi Abdullah Öcalan, KCK Yürütme Konseyi Üyesi Duran Kalkan.” PKK yerine KCK ifadesinin kullanılması, bu değişikliği nasıl okuyorsunuz?

Burada çok önemli ve birbirine karıştırılmaması gereken iki basamak var. 1) KCK, Abdullah Öcalan’ın öngörüsü ve yönlendirmesiyle PKK’nin kendisi için kurduğu, merkezinin Kandil olduğu yeni bir yapılanma. Biliyorsunuz, PKK özellikle son 10 yıldır kendi içinde bir değişim süreci yaşadı. Bir dönem ismini değiştirdi; Kongre Gel yaptı, Kadek yaptı. Bayrağını, partisinin yapılanma şeklini değiştirdi. Şimdi son dört-beş yıldır, yapılanmalarının tümünü KCK (Koma Civakén Kurdistan - Kürdistan Halklar Topluluğu) adı altında topladılar. Yani KCK, PKK’nin kendi serüveni. 2) Türkiye’deki Kürtlerin demokratik ve yasal zeminde yürüttükleri toplumsal ve örgütlü bir mücadele var. Ama devlet bir şekilde bu operasyonla (KCK davasını kast ediyor), kadın hareketini, yerel yönetimleri, mahalle meclislerini, sendikal harekette görev alanları, kültür-dil hareketindeki oluşumları hepsine “KCK” dedi.  


‘KCK silahlara veda programının önemli bir parçası’

Şunu hepimiz biliyoruz; PKK’nin bir KCK’si, kendi serüveni var. Böyle bir illegal yapılanma mevcut. Fakat devlet, Türkiye’de legal ve demokratik alanda örgütlenen Kürtlere yönelik operasyona “KCK operasyonu” adını vererek, kamuoyunun tepkisini önledi. 18 ay boyunca, yapılan gözaltı ve tutuklamalara dikkat çekmeye çalıştık, ancak demokratik kamuoyunu harekete geçirmek çok kolay olmadı. Tamam, her ikisi de aynı zeminde siyaset yapıyor, talepleri örtüşüyor, aralarında bir çakışma var. Çünkü PKK kendini giderek toplumsal alana göre planlayıp örgütlüyor. KCK de silahlara veda programının önemli bir parçası. Devlet “Bunu değerlendirelim” diyebilirdi, ama demiyor.


‘Kandil’de sadece silahlı militanlar yok’

-PKK için KCK nedir?

KCK, PKK’nin kendi serüveni içerisinde hayata geçirdiği yeni bir örgütlenme modeli. Görüyoruz ki, şu anda Kandil’de sadece silahlı militanlar yok. Onlar da Kandil’de aynı zamanda kültür-sanatla ilgileniyorlar, film çeviriyorlar, dil konusunda komisyonlar kuruyorlar, basın birimleri var v.s.


2000’li yıllardan bu yana Kandil'de film çekiliyor

-Gültan Hanım biz bunu pek duymadık; ne filmi çevriliyor, kim çeviriyor, kim oynuyor? 

Halil Uysal isimli bir gerilla/yönetmenin 2000’li yıllarda çektiği filmler var. Örneğin Eyna Bejnê (Boy Aynası), Dema Jin Hezbike (Kadınlar Sevdiği Zaman), Firmeskên Ava Zê (Zap’ın Gözyaşları), 2006’da Beritan, 2007’de Zagros İçin Bir Şarkı, isimli filmler Kandil’de çekilen filmlerden bazıları. Avrupa’da birçok merkezde bu filmlerin gösterimleri yapıldı. Bu filmlerde gerillalar oynuyorlar, teknik tüm çalışmaları da yine kendileri tarafından yapılıyor. Halil Uysal, 2008 yılında “Ağrı Dağına Yürüyenler” isimli bir filmin çekimi için hazırlık yaparken, Şırnak kırsalında çıkan çatışmada yaşamını yitirdi.


PKK: Tabandaki desteği doğru yönetemedik

Yine çok yoğun olarak müzik çalışmaları yapıyorlar. Yani hayatın diğer alanlarına dair çalışmalar yürütmeye, toplumsal  zemine ayak uydurmaya çalıştıklarını görüyoruz. Örgütsel şemalarını da buna göre değiştiriyorlar. Böyle bir hazırlıkları var. KCK de PKK’nin bu işi yasal, demokratik, toplumsal zemine çekmek için yaptığı bir hazırlıktı. PKK, “Biz bunca yıl kitleselleşmek için silahlı propaganda yaptık. Fakat artık, bizim de hiç öngörmediğimiz bir kitlesellik var” diyerek, “artık silahların devreden çıkartılması gerektiğini” belirtiyor. PKK kendi yayınlarında der ki, “Biz 1990-1992 arasındaki o kitlesel desteği taahhüt etmiyorduk. Bu hareket nasıl birden bu denli büyüdü? Biz bu kitleselleşmeyi kucaklayacak örgütlenmeler yaratamadık. Tabandaki bu desteği doğru yönetemedik.”


‘PKK kendini yeni ve meşru bir zemine evirmek istedi’

Nerede diyorlar bunu?

Örgütsel tartışma zeminlerinde bunun gündeme alındığı, kamuoyuna yansıyan bilgiler arasında. Ki bu özeleştiri, 1990’lı yıllara ait. O dönem süreç devletin “bataklığı kurutma” mantığıyla, halka yönelik yoğun bir saldırı politikası izlemesi nedeniyle doğal seyrinde ilerlemedi. Oysa bu kitleselleşmeyi PKK o dönem yeni bir zemine kavuşturabilirdi. Şu bir gerçek; insan olmadan örgüt olmaz. Örgütler kendilerini insanların talepleri doğrultusunda şekillendirdiği takdirde yaşar. Kürtlerin halk zemininde çok meşru bir şekilde gündeme getirdikleri talepleri, ifade edip dönüştürebilecek örgütlü yeni bir kanala ihtiyaç vardı. PKK bunu tespit etti. Ve kendini buraya doğru evirmek istedi.

Yani tabana “Beni dağdaki bilme, şehirdeyim” demek mi istedi?

Zaten senelerdir eylemlerde “Dağlarda arama, Apocular burada” diye slogan atan gençler var. 

Hemen soralım; PKK’nın KCK serüveninde “dağdan ovaya inme” takvimi nasıl işleyecekti? Kandil’in “şehir stratejisi” neydi?

Ben sizinle kamuoyuna yansıyan bilgiler doğrultusunda edindiğim izlenimlerimi paylaşıyorum. Konuşmanın başında söyledim; PKK kendisini KCK adı altında yeni bir yapılanmaya kavuşturdu. Örgütün tüm yapılanmaları KCK şemsiyesi altında. Bu da, bildiğim kadarıyla, bir konsey tarafından yönetiliyor. Şimdi bir siyasal partinin eş başkanı olarak, bu konseyin takviminde ne vardı; ben bunu bilemem. 


‘Devletin takviminde dağdan ovaya indirme var mı?’

Siz gazetecilik damarı baskın bir siyasetçisiniz bu konuyla ilgili bir haber-analiz yazacak olsaydınız, bu sorunun peşine düşmez miydiniz? 

KCK yöneticilerinin sık sık kamuoyuna açıklamalar yapıyorlar. Bu sorunun diyalog ve müzakere yöntemiyle çözülebileceğini, kendilerinin böyle bir sürece hazır olduklarını açıklıyorlar. Eylemsizlik kararına karşılık, askeri operasyonların durdurulmasını, fiili ve gerçek bir ateşkes sürecinin başlamasını, demokratik siyasetin önünün açılmasını istiyorlar. Bunun gibi bazı önerileri var. Fakat bence bugün Türkiye kamuoyunun odaklanması gereken temel soru bu değil. Devletin takviminde “dağdan ovaya indirme” var mı; soru bu. Daha hayati olan da şu; bu sorun çözümsüzlüğe mahkûm olduğu sürece başımıza neler gelecek? Daha neler kaybedeceğiz

Aslında bu soruya bazıları bugünlerde şu cevabı veriyor; “KCK davası tutuklanmalar ile sonuçlanırsa Kandil’deki silahtan yana olmayanları durduracak bir taraf kalmayacak?”

Aslında meseleyi Kandil’e götürmeye gerek yok. Bu operasyon başladığından bu yana katıldığımız her halk toplantısında aynı tepkilerle karşılaşıyoruz. Bölgede bu siyasal harekete gönül vermeyenlerden de duyuyoruz; “Ankara’nın bu işi çözmeye niyeti yok!” Böyle bir feryat var ortada. Bunları aslında AKP’liler de bölgede oldukları için biliyor ve görüyorlar. 


‘KCK operasyonları yapılırken, sayısını bilmediğimiz kadar genç dağa gitti’

Size “Ne ovası dağ mı” diyorlar?

Maalesef o yönde tepkiler var. Hadi bir kişi, iki kişi, 10 kişi, deyin ki 100 kişi kandırılarak dağa gitti. Allah aşkına söyleyin; binlerce genç insan, hepsinin kandırılarak gitmesi mümkün mü? Bu politikalar bu sonucu üretmedi mi? Şimdi Ankara’da açılım konuşulurken, KCK operasyonları yapılırken, sayısını bilmediğimiz kadar genç gitti. Bunu herkes biliyor. “Madem burada çözüm olmuyor, gidelim” deniyor. Maalesef gerçeğimiz bu. Toplumdaki “Bunlar, bu işi çözmek istemiyor” kaygısının kat kat fazlası, örgütte zemin bulacaktır. Silaha veda etmek isteyen örgüt refleksi, “Bu iş böyle gitmiyor”a evrilebilir. Bu çok riskli. Kötü olan bu. İçinde bulunduğumuz süreç kritik ve çok sıkışık.


‘AKP’nin seçim endeksli politikası Kürtleri sokağa döker’

Öyle gözüyor ki AKP bir şekilde işi seçime kilitlemiş. Hem türban, hem de Kürt sorununda, hükümet tüm hesaplarını seçim endeksli yapıyor. Bu seçim endeksli politikada önemli bir risk var. Örneğin hükümet referandum sürecinde BDP’ye saldırarak milliyetçi oylara talip oldu. Ve oradan büyük ölçüde oy aldığını düşünüyor. Şimdi bunu yine bir seçim stratejisi olarak önüne koyarsa Türkiye için hiç hayırlı olmayacak. 1) Kürtleri bütün olarak hedef tahtasına koymuş olacak. Bu da Kürtleri sokağa döker. 2) AKP, MHP’nin tabanı ile örgütü arasındaki bağı kopartmaya kalkışırsa, orada kontrolsüz bir refleks gelişmesi gibi kaygılarımız var. KCK operasyonunda olduğu gibi hükümete yine bu akılları verenler varsa, bu işten vazgeçsinler. Seçim stratejilerini demokratik yarış üzerine kursunlar.


‘AKP ve Gülen cemaati KCK operasyonlarında birlikte hareket etti’

Aslında bu söylediğinizi son günlerde Ruşen Çakır’dan Cengiz Çandar’a birçok yazar sütununa taşıdı. Hemfikir oldukları bakış şöyle özetlenebilir; “KCK operasyonu ile Gülen cemaatinin ve diğer İslami yapılanmaların bölgedeki hacminin artacağı düşünüldü. Bazı ‘stratejistler’ hükümeti buna inandırdı?”

Bu yaklaşımı iki boyutu ile ele almak gerek.1) Bu davada yargılananlar bölgedeki STK’larda, yerel yönetimlerde, kadın meclislerinde v.s. çalışan, orada herkesin bildiği, tanıdığı insanlar. Örgütlü topluma yönelik bir saldırı var ortada. 2) Legal ve demokratik bir zeminde görev alan bu insanları, KCK adını taktıkları davaya dâhil ederek, bu sindirme operasyonunu meşrulaştırmaya çalıştılar. AKP ve Gülen cemaati bu eksende birlikte hareket etti. Bu örgütlü toplumdan dolayı orada kendilerine faaliyet alanı açamıyorlardı. Bu örgütlü Kürtleri dağıtmayı hedeflediler. Bu davanın adını KCK koyarak, bu insanları tutuklayarak,  “KCK yasadışı, silahlı bir örgüt. Bu örgütün Türkiye’de bir uzantısı varsa tabii ki ona karşı mücadele yapılacak” diyerek kendilerini haklı göstermeyi amaçladılar. 

Bunu nasıl somutlaştırırsınız?

Yeterince somut değil mi; AKP’nin yöneticileri bu operasyonu ilk günden itibaren somut biçimde haklı bir operasyon olduğunu söylediler. Kamuoyunda da bu algıyı oluşturmak istediler. Fakat yeri geldiğinde de “Yargıdır, biz karışamayız” şeklinde konuşuyorlar. Bazı AKP yöneticileri, “Geç kalınmış bir operasyon” diyerek açıktan savundu. “Tutuklandılarsa ne var? Niye kıyamet koparıyorsunuz? 1990’larda asit kuyularına atıyorlardı şimdi tutukluyorlar” diyenler oldu. Bunu bir ilerleme olarak sundular. 

Kim dedi bunları?

Basına verilen demeçler, yazılan yazılar ortada. Gizli saklı bir durum değil.
Diğer nokta da şu; AKP’nin politikalarının arka planda besleyen strateji merkezleri var. STK, düşünce kuruluşu adı altında çalışma yürüten yerler bunlar. Bir şekilde dikkatimi çeken durum; bu merkezlerdeki özellikle genç ekibin neredeyse hepsi, son yedi sekiz yılını ABD’de geçirmiş. Orada sosyal politikalar, güvenlik stratejileri konularında yüksek lisans ya da doktora yapmış. Yani arka planda hazırlanmış gelmiş bir ekip var. Bakın örneğin Altan Tan ilk günden itibaren, “Birtakım danışmanlar AKP’yi yanlışa empoze ediyor” diyerek feryat etti. Altan Tan, İslami yapıları bilen, kendi de İslami hassasiyetleri olan bir aydın olarak, benzer bir yere dikkat çekti.


‘Devlet bu savaşı yaşadı, çözümü biliyor ama Gülen çevresi bilmiyor’

“Eskiden devletin kırmızı çizgilerine takılan Kürtler şimdi Gülen cemaatinin çizgilerine takılıyor” diyen bir aklı gerçekçi bulur musunuz?

Devlet aklı dediğimiz kesimlerin son 25 yıllık süreçte uygulanan politikaların çözüm olmadığını ve bunu değiştirmek istediklerini düşünüyorum. Fakat şu doğru; Fethullah Gülen çevresi Türkiye’nin son 25 yıllık bu çatışmalı sürecin yarattığı travmaları görüp değerlendirme pozisyonunda değil. Kürtlerin taleplerinin yeniden bastırılarak bu meselenin kapanabileceğine dair kanaatleri var. Çünkü bu savaşı yaşamadılar. Devlet bunu yaşadı ve neyin hangi yöntemle biteceğini biliyor. Şimdi bu bir problem.


‘Cemaat din ekseninde buluşma ile sorunu bastırılabileceğini düşünüyor’

Diğeri şu; cemaat çevresinde “Din ortak paydamız. Madem müslümanız din ekseninde buluşabiliriz” gibi düz bir mantıkla Kürt sorununun gerçek boyutlarını görmüyorlar. 1990’lı yıllardaki o kötü, kanlı denemenin bir başka versiyonu ile karşılaşmaktan kaygı duyuyoruz. Bir de bu zihniyette esas olarak bir fetih yaklaşımı görüyorum. “Her yerde olalım, her yerde olalım”cı bir fetih politikası. Bu AKP’nin siyasetine de sirayet ediyor. “Biz televizyon kurduk, okul açtık. O zaman Kürtler de AKP’li olmalı!” Hayır efendim bunları yapmak zaten görevin, Kürtler de AKP’li olmayabilir.

AKP içindeki Kürt milletvekillerinden “KCK operasyonunun işleri daha sert bir zemine getirebileceğini söyledik. Bizi dinlemediler” gibi bir duyum aldınız mı?

Tekil örnekler var tabii ki. Fakat biliyorsunuz, davayı izlemeye gelen bir AKP’li dahi yoktu.


‘Kürt sorununu çözmek adına dini kullanmak yine acı getirir’

1990’lı yıllardaki o kötü, kanlı denemenin bir başka versiyonundan bahsettiniz. Hemen sormamız gerek; Gülen cemaati çevreleri de PKK’nın bölgedeki saldırılarından rahatsız olduğunu söylüyor. Binalarını Gülen okullarına kiraya verenlerin dağda mahkeme edildiğini, okullarının bombalandığını, yurtlarının saldırıya uğradığını belirtiyorlar. Bir de tabii öldürülen imamlar var?

Kürt sorununu çözmek adına dini bir faktör olarak kullanmak ve ileri sürmek, bu çok tehlikeli ve riskli. Yani orada yeni bir çatışma zemini korkunç tehlikelidir. Devlet bunu 1990’lı yıllarda denedi. Bugün ton değiştirip, aynı yöntemi bu kez “yumuşak başla” denemek yine acı getirir. Ben örgütün bu konuda geçmişten birtakım sonuçlar çıkarttığını, tehlikenin farkında olacağını düşünüyorum. Fakat bu sorunun her tarafındaki grubun tekrar tekrar geçmişi hatırlayıp, öyle davranması gerektiği fikrindeyim.

Şunu da soralım; KCK davasına bir bakış da PKK’nın bölgedeki seçilmiş Kürtlere “siyasi komiserlik” yaptığı idi. 

Dava kapsamında bu özellikle basında propaganda edildi. “Seçilmiş Kürtlere baskı kuran KCK’lileri topluyoruz ki Kürtler rahat etsin” gibi bir algı oluşturulmak istendi. Şimdi bu doğruysa, tutuklular kim? O halde şu anda tutuklu olanların sanık değil mağdur olması gerekmez miydi? Bakın iddianameden birkaç örnek. DTP’nin Örgütlenmeden Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı Kamuran Yüksek ile o dönem Grup Başkan Vekilimiz olan Selahattin Demirtaş’ın Hatip Dicle’nin Van’dan aday gösterilmesi konusunda yaptığı bir telefon görüşmesi. İddianamede tam 15 sayfa olarak yer alıyor. Görüşmenin içinde illegal hiçbir şey yok. Başka örnek; hem DTP’nin, hem de BDP’nin tüzüğünde yüzde 40 kadın kotası vardır. İddianamedeki iddia ise yine aynı, Kandil’den talimat geldiği için yüzde 40 kadın kotası koymuşuz.


‘PKK'lı kadınlar, erkek egemen yapıya karşı Kandil'de ayrı örgütlenmeye gittiler’ 

Teknik takipte bunu destekleyen bir unsur var mı?

Yok. Bilindiği üzere Kandil’de kadınlar uzun yıllardır ayrı örgütleniyorlar. Karargâhları ayrı, çalışmaları ayrı, meclisleri ayrı, örgütlenmeleri de ayrı.

Kandil’de kadınların ve erkeklerin örgütlenmeleri neden ayrı?

Bu hareket içinde kadınların kendi özgürlüklerini koruyabilmek için çok zorlu bir mücadeleleri olmuş. Örgüt içindeki erkek dilini zaman zaman protesto etmişler. Erkekler de o halde “Siz de un çuvalını sırtlayın” demiş kadınlara. Zaten güç ilişkilerinin egemen olduğu bir alanda, eğer ayrı bir örgütlenmeye sahip olmazlarsa, egemen erkek söylemin kendilerini zorlayacaklarını düşünerek ayrı bir örgütlenmeye gitmişler.

KCK konseyinde kadın yok mu?

Konseyde kadın var. Fakat oraya hangi kadınların katılacağı ayrı olan kadın örgütlenmeleri tarafından seçiliyor.

Fakat ne Kürt basınında, ne de ulusal basında mesela Murat Karayılan’ın “muadili” denkleminde bir kadının ismine pek rastlamıyoruz?

Çok görünür değiller.

İddianameyi konuşmaya devam edelim; mesela iddianamede KCK’nın molotof atma gibi birçok eyleminin Sabri Ok talimatıyla yapıldığı yer alıyor. Sembolik olacağı için soralım; sizin için Sabri Ok kimdir?

DTP’nin kuruluş zamanında Demokrotik Toplum Hareketi olarak çalışmalar yürütüldüğünde Sabri Ok cezaevinden yeni çıkmıştı. DTP’nin kuruluş sürecinde danışman sıfatıyla yer alan, bu çalışmalara katkı sunan biridir Sabri Ok. Ve bu gizli saklı bir ilişki değildir. Cezaevinde 20 küsur yıl yatmış ve çıkınca siyasete katılmak istemiş. Bakın size daha sembolik bir örnek vereyim. Dün duruşma salonundaydım. Yarın yine olacağım. Oradaki arkadaşlarımızı gördüğüm zaman duygum ne oluyor biliyor musunuz; ben niye buradayım? (Söyleşiyi Gültan Kışanak’ın Meclis’teki makamında yaptık) O insanlar neden tutuklu, ben niye buradayım? O arkadaşlarımız bizim seçim komisyonlarımızda yer almış, bizim milletvekili seçilmemiz için çalışmış, belediye başkanlarının seçilmesi için çalışmış, partinin çeşitli kademelinde yer almış, kadın mücadelesinde yer almışlar.

KCK davası yeni bir Diyarbakır Cezaevi sonucu çıkarır mı?

İnsanları geleceğe umutları taşır. Bu bir klişe değil, gerçek. Hepimiz biliyoruz; Kürtler özellikle de son yıllarda giderek güçlenen bir şekilde, kültür ve kimlik halklarına, öz yönetim haklarına, demokratik bir Türkiye içinde kavuşabileceklerine inandılar. Bunu umut ettiler. Bu umut, ortak bir gelecek inşa etme umududur. Bu çok önemli. Ama birileri bizi geleceğe taşıyacak olan bu umudu zayıflatmak için elinden geleni yapıyor. Kürtler 1980’de Diyarbakır Cezaevi’nde yaşadıklarının travmasını atlatamadan, 1990’lı yıllarda ikinci vahşet sürecini yaşadılar. Bazı rakamlar çok kolay telaffuz ediliyor. 4 bin köyün yakılıp yıkılması, 5 milyon insanın yerinden yurdundan olması kolay atlatılacak bir süreç değildir.


‘Birlikte yaşam mı, ayrılık siyaseti mi; bu kavşaktayız’

Şimdi de tüm engellemelere rağmen demokratik siyasete tutunmaya çalışan Kürtlerin, kitleler halinde gözaltına alınması, tutuklanması, onlarca yıl cezalar verilmesi… Neredeyse hakkında dava açılmayan, ceza almayan kimse kalmadı. Son 4-5 yılda,12 Eylül darbe döneminden daha fazla insanın gözaltına alındığını, haklarında soruşturmalar yürütüldüğünü, cezalar verildiğini rahatlıkla söyleyebilirim. Hükümet bu rakamları açıklasa, yaşananların, kelimenin tam anlamıyla “yargı yoluyla korkutma, sindirme hareketi” olduğu ortaya çıkacak. Bütün bunlar, demokratik siyasete olan inancı zayıflatıyor. Demokratik yol ve yöntemlerle hak arama, siyaset yapma yolu tıkanırsa ne olur? Halka karşı baskı, sindirme politikası uygulayan hükümet, bunu hiç mi düşünmüyor?  Yine bu yaşananlar, ortak gelecek umudunu zayıflatıyor. Şu anda birlikte yaşam mı, ayrılık siyaseti mi; bu kavşaktayız. Farklılıklarımızla beraber eşit, demokratik bir ortamda yaşamaya dönük politikaları devreye sokmaya her zamankinden daha çok ihtiyacımız var. Duygularda yaratılan her kırılma, ortak gelecek umudunu azaltır. 


‘İsmail Beşikçi Hoca’ya saygım sonsuz ama…’

Tam burada İsmail Beşikçi’nin PKK’ya  “Demokratik ulus, demokratik vatan, demokratik özerklik vs. sözcüklerini sık sık kullanarak demokrat olamazsınız” dediği “Aydınlar” yazısındaki eleştirileri soracağız. 

Sayın Beşikçi Hoca hepimizin takdir ettiği önemli bir aydın, kimsenin cesaret edemediği dönemlerde verdiği mücadele karşısında ödediği ağır bedeller için hepimizin minnettar olduğu büyük insan. Ona karşı saygım sonsuz. Önce bunu söyleyeyim. Fakat referandum sürecinde AKP şunu yapmadı; madem bu bir demokratikleşme paketiydi, içine Kürtlerin taleplerini de katsaydı. Bunu yapmadı, tam tersine BDP’yi hedefe koydu, hakaret odaklı, tahrik siyaseti izledi. “Ben sizin partinize hakaret edeceğim, ama siz bana oy vermeye mecbursunuz” manasına gelen bir siyaset izledi. Kürtlerin örgütlü siyasal oyuna talip olmadı. Tek tek bireyler üzerinden bir muğlâklaştırma, kafa karıştırma siyaseti izledi. Bunun görülmesi gerekirdi.

Fakat biz Beşikçi alıntısıyla bunu sormadık. Orhan Miroğlu’nun eleştirilerine bile tahammül edemeyen BDP’yi işaret ettik?

O dönemdeki üslubu, Kürt aydınlarına yönelik bir tepkiden çok AKP’nin bu politikasına yönelik bir tepki olarak okumak lazım.

Mesela Sezgin Tanrıkulu da “Lanet olsun” dedi. Ve… (Gültan Kışanak ile söyleşmemiz boyunca sadece bu kısımda birbirimizin sözünü kesiyoruz.)

Şimdi Sezgin “Lanet olsun” diye yazarsa öbür tarafta “Niye bunu yazdın?” der. Bu da düşünce özgürlüğü. Orhan Miroğlu, “Evet dememiz gerek” derse, biri de “Bu paket Kürtlere hizmet etmiyor. Neden evet diyecekmişiz?” der. Bu düşünce özgürlüğüdür.

Hain ilan edilmeden, “ayağını denk al” mesajı verilmeden yazılıp söylenenler elbette düşünce özgürlüğü başlığı altında yer alabilir. Fakat Beşikçi’nin de itiraz ettiği mevzu tam da buydu.  

Sevgili Selin Hanım, ben siyasette eleştiri hakkı kadar, eleştiri yapanların da eleştirilebileceği bir zemin olması gerektiğini düşünüyorum. Eğer bu eleştirilerde bu tonu aşan bir durum varsa, elbette ben de karşı çıkarım. 

(Yukarıdaki soru-cevap diyaloğu gerçekleştiğinde saat 11:50 idi. Kışanak’ın, BDP Genel Başkanı Selahattin Demirtaş ile 12:00’da Meclis dışında, yani çoktan geç kaldığı bir randevusu vardı. Söyleşinin son dakikalarına sığması mümkün olmayan ve henüz konuşamadığımız o önemli soruyu Kışanak’a yazılı olarak ilettik. Kendisinin verdiği yanıt ile birlikte yayımlıyoruz.)


‘Kürt, Türk fark etmez, yaşam hakkı ihlal edilen herkes için harekete geçerim’

Görüşmemiz esnasında İsmail Beşikçi’nin verdiği mücadeleye ve ödediği ağır bedellere minnettar olduğunuzu söyleyerek kendisine olan saygınızı vurgulamıştınız. Beşikçi’nin şu satırlarının sizdeki karşılığı nedir; “ (…) PKK içinde, Mehmet Şener gibi yüzlerce infaz var. Oğulları, kızları devlet güçleri tarafından öldürülenler, köyleri yakılıp yıkılanlar, faili meçhullerle karşılaşanlar şu veya bu şekilde hakları arayabiliyor, seslerini duyurabiliyorlar. Oğulları, kızları kendi arkadaşları tarafından, PKK tarafından infaz edilenler ise bir sessizliğe gömülmüş, hayattan tamamen kopmuşlardır. Bu aileler için başvurulacak bir makam yoktur. PKK, kendi içinde barışı aramadan, öbür Kürt örgütleriyle, Kürt sivil toplum kurumlarıyla ahenkli ilişkiler geliştirmeden, Türkiye ile devletle barışı tesis etmesi olası değildir. PKK Kürtleri, Kürt örgütlerini dışlayarak, Türk sol örgütleriyle ittifaklar geliştirerek ciddi kazanımlar elde edemez.” Kardeşi, ağabeyi, babası PKK tarafından infaz edilen bir Kürt sizden yardım isterse, “baskı” görmeden harekete geçebilir misiniz?

Kürt, Türk hiç fark etmez, yaşam hakkı ihlal edilen herkes için yapabileceğim ne varsa yapmak isterim. Bunu engellemek için de kimse bana baskı yapamaz. Sorunun geri kalan kısmının muhatabı ben olmasam gerek. Ancak “gazeteci” kimliğimle kısa bir değerlendirme yapayım. Beşikçi Hocam da en az benim kadar, geçmişte tüm örgütlerin içinde ya da örgütler arası ilişkilerde yaşanan sıkıntıları duymuştur, biliyordur. Herkesin geleceğe baktığı bir süreçte, yapıcı-onarıcı olmak, demokratik zemini güçlendirmek gerekir. PKK’nin ve Sayın Öcalan’ın defalarca dile getirdikleri “Hakikatleri araştırma ve gerçeklerle yüzleşme komisyonu kurulsun, bizde hesabımızı vermeye hazırız” çağrısını anlamlı bulduğumu da ifade etmek istiyorum.Ayrıca savaşlar dünyanın her yerinde, ciddi hak ihlallerine neden oluyor, travmalar yaratıyor. Bu toplumsal yaralar ancak barış süreçlerinde sarılmaya başlanıyor. Bizim yaşadığımız da öyle üzerinden atlanacak bir durum değil. Dile kolay, tam 30 yıldan beri bu ülkede bir “savaş” sürüyor. Hâlâ da “barış sürecine” girdiğimizi söyleyemiyoruz. Yapılması gereken, içinde bulunduğumuz sürecin barışa evrilmesi için herkesin katkı sunmasıdır.


‘AKP kalitesiz sihirbazlar gibi, numara yaparken, hep açık veriyor’

Kürt siyasetçiler üzerinde "askeri vesayet" olmadığını söylemek gerçekçi mi?

Türkiye’de ilginç bir siyaset yapma yöntemi var. Ortaya çıkan bir yanlış, kötü bir durum, anında siyasi rakipler için bir genellemeye dönüşüyor. Ve böylece gerçek konu önemini yitiriyor, sulandırılıyor, içinden çıkılmaz bir hâl alıyor. “Askeri vesayet” de bu tanımlamalardan biri. Türkiye’nin çok ciddi derecede “askeri vesayet” sorunu var. Kurumlarıyla, kurallarıyla, hukuksal sistemiyle, tam bir cendere. Bunu değiştirmek yerine, siyasi polemiğin ana malzemesi haline getirildiği için “askeri vesayet” kendisini her koşulda yaşatmanın bir yolunu buluyor. Dolmabahçe’de dönemin Genelkurmay Başkanı ile yaptığı görüşmeyi kamuoyuna açıklamayan “Bu sır benimle mezara gidecek” diyen bir Başbakan ve onun partisi, önünü geleni “askeri vesayet altında olmakla” suçluyor. Medya da bunu her defasında yeniden üretiyor.
KCK adı altında operasyonlar başladığında, “Kürt siyasetçilere baskı yapanları tutukluyoruz. Demokratik siyaseti rahatlatmak için bu operasyonu yapıyoruz” dediler. Şimdi dava başladı, kim yargılanıyor bu davada, Kürt siyasetçiler, belediye başkanları, DTP yöneticileri, DTK çalışanları. Hepsi tutuklu. AKP kalitesiz sihirbazlar gibi, numara yaparken, hep açık veriyor. Rica ediyoruz, bize iyilik yapmasın, “askeri vesayetten kurtarma” adı altında tutuklayıp cezaevlerine atmasın. 


‘TİS kriteri değişmediği sürece türban tartışması bitmez’

“KCK  davasındaki tutuklular türban takarsa Ankara bakar.” Gazeteci olduğumuzu öğrenince, Bingöllü şoförümüzün ağzından çıkan ilk cümle bu oldu. Başkent  türbanı tartışıyor, siz bu haftayı Ankara ve Diyarbakır’da geçirdiniz. Vaktimiz bitmeden onu da soralım; türban?

Demek ki o Bingöllü vatandaşımız AKP’nin inancı siyasetin ana malzemesi yaptığını bildiği için öyle demiş. Kürtler inançlı bir toplum. Ama bu toplumsal gerçek, inancın siyasete dönüşeceği anlamına gelmiyor. Bakın biz referandum sürecinde AKP’nin bölgede şunun siyasetini yapmaya çalıştığını gördük. Gittiğimiz bazı yerlerde şunun karşılaştık; “Sizin itirazınız pakete değilmiş. Siz AKP dindar, Müslüman olduğu için karşı çıkmışsınız.”

Bunu anlayamadık?

AKP adına propaganda yapanlar, ev ziyaretlerinde şunu diyorlarmış; “Biz aslında iyi şeyler yapıyoruz. BDP de bizim iyi şeyler yaptığımızı biliyor. Ama biz inançlı bir partisiyiz, İslami bir partiyiz. Onlar Marksist ve solcu oldukları için bizi kabul etmiyorlar.”  Siyaseti götürdükleri yer bu. Aynen bunu referandum sürecinde yaşadık. Şimdi, başı açık olanın da, örtülü olanın da teminatı özgürlüktür. 80 yıldır Sünni mezhebini bu memleketin resmi dini haline getirip, diğer tüm inançlara yönelik baskı politikası uygulanmasaydı, bugün bir türban sorunu olmayacaktı. Aleviler bu ülkede yıllarca okullarda çocuklarının Alevi olduğunu gizlediler. Zorunlu din dersinde “Hocam ben Aleviyim, bu dersi dinlemek istemiyorum” diyebilen kaç çocuk vardır? Bugün “İleride, başı açık olanlar mahalle baskısı altında kalır mı?” kaygısı varsa bunun nedeni, Türkiye’de gerçek anlamda laiklik ve gerçek anlamda inanç özgürlüğünün olmamasıdır. Türbanı da tartışma zemininden çıkaracak olan tek şey, gerçek anlamda bir inanç özgürlüğüdür. Herkesin özgürlükleri güvence altına alınırsa, özgürlükler birbirini dengeler. 80 yıldır bu ülkede, TİS kriteri gibi bir durum var; Türk olacaksın, İslam dinine mensup olacaksın, bu da yetmez bir de Sünni mezhebinden olacaksın. Türk değilsen, Müslüman değilsen, hatta Sünni değilsen, “ötekisin”. Bu zihniyet topyekûn değişmediği müddetçe, türban tartışması bitmez.