Özel Dosya

Ankara katliamında hayatını kaybeden Serdar Ben'in hikâyesi: Küçük bedeninde büyük yürekli bir adamdı

Bağımsız Gazetecilik Platformu P24'ün Barış Portreleri Sedat Yılmaz'ın yazısıyla devam ediyor

11 Mart 2016 10:01

*Sedat Yılmaz 

“Bir ülkeyi tanımak istiyorsanız, o ülkede insanların nasıl öldüğüne bakın” demiş düşünür. Bize bu ülkeyi anlatma, diyeceksiniz. Biz bu ülkeyi Ankara’dan biliriz, diyeceksiniz.

Sabahtı, yola düştüm hikâyesini dinlemek için; annesinden, kardeşlerinden yoldaşlarından… Biraz biliyordum aslında. Ben onu yollarda, konfeksiyonlarda, tersanede, inşaatlarda, barikatlarda, direnişlerde, yoksul mahallelerinde uzaktan uzağa tanıyordum. Ama hayat hikâyesinin bu ülkenin tarihi olduğunu hiç bilmezdim.

Arkadaşlarına anlatırmış: "Ben hem Ermeniyim, hem Kürdüm, hem de Aleviyim" diye.

Hakikaten uzun mu uzun hikâye. İçinde ölüm, katliam, işkence, hapis, sürgün, baskı, yoksulluk, acı, cefa, ne ararsan var. Öyle üç beş cümle ile anlatılacak gibi değil.

Büyükbabası “kesimden çıkmış.” “Kesim”i bilmeyen dedesine sorsun. “Ermeni Dursun’un kızı” diye çağırırlarmış anasını. Babası, ''Büyük Türkiye''nin son kasaplarından Sakallı’nın, yani Yeşil’in, yani Mahmut Yıldırım’ın işkence tezgâhından geçmiş. Geçmiş de geçmiş...

Babasının çıplak vaziyette kara yatırıldığını henüz altı-yedi yaşlarındayken camın arkasından bir film gibi izlemiş. En büyük abisi TİKKO gerillasıymış, mezarı belirsiz… “Teröristleri temizlemek için” köy yakılınca ilkokulu bitirmeden İstanbul’un konfeksiyon atölyelerinde bulmuş kendini.

Özetlemeye çalıştığım bu hayat, Dersim’in Ovacık ilçesinden başlayıp, Ankara’da son bulan, 10 kardeşin en küçüğü Maviş’in hikâyesi.

Maviş’in T.C. kimliğinde Serdar Ben yazar ama onun Ermeni, Kürt, Alevi olduğu yazmaz. “Büyüyünce” de, işçi oluyor, kalfa, ortacı, inşaat işçisi oluyor, velhasıl hep yoksul. Hepsi bir yana, o hiç yorulmayan otuz üç yaşında bir devrimci.

 

Küçük bedeninde büyük yürekli bir adam

 

Gaz kokusu sarmıştı her tarafı, kafa göz yarılmış insanlar oturuyordu masalarda. Maviş’in kırkı veriliyordu. Polis anmaya katılanlara saldırmış. ''Ulan'' diyorsun içinden!

“Ayakları pedala yetişmiyordu. Ama eyvallahı da yoktu” diye giriyor söze çocukluk arkadaşı, amcasının oğlu Haydar Ben: “Konfeksiyonlarda birlikte çalıştık. Doğru dürüst Türkçe de bilmiyorduk. Bir yıl içinde makina ustası oldu ama ayakları pedala yetişmiyordu. Patron paramızı vermemişti, ona kafa tutmuştu o küçük haliyle…”

“Sessizdi, sakindi, kimseyi kırdığını hiç görmedim” diye devam ediyor mahalle arkadaşı Metin Urfa, “Çantası da hep sırtındaydı, nerede akşam orada sabah.” Kibarlığını vurguluyor Metin: “Yıkıcı değil yapıcıydı. Nerede durması gerektiğini bilirdi. Yani küçük bedeninde büyük yürekli bir adamdı.”

Ortacılık, çıraklık, ustalık derken tekstil işçileri için kurulan Konfeksiyon İşçileri Derneği’nde (KİD) aktif çalışmaya başlamış. Dernekte “Kuantum fiziği üzerine'' yoğunlaşıyormuş. Gülümseyerek anlatıyor çocukluk arkadaşı Haydar, “Zehir gibi bir kafası vardı.”

 

Dünya yıkılsa dost kalanlar

 

Bir diğer çocukluk arkadaşı İmam Günek devam ediyor: “Önder bir ruhu vardı, her yerde önemli rol alırdı. Bağırsak fabrikasında grev örgütlemiştik. Mahallede abilerimize, ablalarımıza özenmiştik. Bir örgüt kurduk kendi aramızda, adına da Karayolları Gençlik Birliği (KGB) verdik. Maviş komutanıydı. Duvarlara örgütümüz adına yazılama yaptık. Gazi’nin barikat çocuklarıydık. Bir gün bizi ciddiye almış koca koca örgütler. ‘Kim bu KGB’ diye sorup soruşturmuşlar. Arayıp bulmuşlardı bizi. Karşılarında üç beş çocuğu görünce de dalga geçmeye başlamışlardı ‘Eee, hele anlatın bakalım örgütünüzün manifestosunu’ diye. Sonra o devrimciliği sürdürdü. Tesadüfen karşılaşır olduk.”

Ortak arkadaşları Dilek Urfa da onları hep bir ekip olarak hatırlıyor. Karayolları’nın çocukları. Dünya yıkılsa dost kalan, deyim yerindeyse birbirini kokusundan tanıyıp bulan sıkı arkadaşlar. Biri Mercan Katliamı’nda gidiyor, biri başka bir yerde…

Gazeteci arkadaşım Ender Öndeş anlatıyor; mahallede ve en çok da ortak bir dostlarının evinde görüyor Maviş'i sık sık. Sessiz, sakin ve işinin ehli… ''Kaplumbağa gibi bir adam'' olarak hatırlıyor onu. “Bütün çoraplarını bir arada hiç görmemiştir herhalde” diyor Öndeş, o kadar göçebe, o kadar divane derviş. Eve gelir, sakince oturur, bir konu varsa konuşurmuş ama hep o pozitif yüzüyle, gözlerinin içinde bir gülümsemeyle. Öndeş, yıllar önce saçma bir trafik kazasında yitip giden çok değerli bir devrimciyle cezaevinde aynı koğuşta kalmış: Sezai Ekinci. Hayranlığı hep sürmüş ona karşı; “Biz biraz daha mahalle içinden gelirdik” diyor Öndeş, “Ağzımız bozuktu, argoya kayardık sık sık. Bir de cezaevinin klasik şeytanlıklarını bilirdik, kafaya almalar filan. Ama onda öyle bir şey hiç yoktu. Ne numara yapsan inanıyor; çünkü kafasında dalavere yok. Temiz, tertemiz bir adam. İşinin adamı; yaşamında devrimden başka hiçbir şey yok ve müthiş bir safiyet…” Yıllar sonra, Serdar’ı görünce, belki de gözlerindendir, aklına ilk Sezai geliyor; belli ki aynı hamurun adamları; o da öyle. Hep pozitif, hep güleç, yaşamına devrimden başka bir şeyi karıştırmayan bir saflık…

 

Annesinin patatesli böreğini çok severdi

 

Ölüm yolculuğuna çıkmadan önce abisi Ali Haydar’ı aramış Serdar, “Ben geliyorum, seni bir göreyim” demiş. Sonrası Ankara… ''O hastane bu hastane, o morg bu morg derken tanıdım onu” diyor Ali Haydar. Tanımaz mı insan çocukluk arkadaşını, kardeşini? “Anlatsana biraz Maviş’i” diyorum. Ne anlatayım gibisinden derin bir nefesten sonra, “Uzun bir süre sonra hapishanede yollarımız kesişti. Mektuplaştık, ayrı örgütlerden yoldaştık. Aynı koğuşa geçmek istedik ama devlet buna izin vermedi. Elbiselerimiz ortaktı, iç çamaşırımıza kadar… En çok kitaplarını severdi. Kan bağımız var ama ben arkadaşımı kaybettim. Biz küçükken çok didişirdik. O beni döverdi ama ben ona kıyamıyordum. Annem hâlâ anlatır, bu didişmelerimizi…” En son telefonla görüşen kişinin de kendisi olduğunu söylüyor Ali Haydar, “Kardeşim bir süre önce yapılan bir operasyondan sonra denetimli serbestlikle bırakılmıştı. Her Pazar karakola imza veriyordu” diyor. İçimdeki ses: “Denetimli serbestlik, denetimli ölüm…”

Serdar’ın amca oğlu Zafer Ben, birlikte otlattıkları keçilerin yarısını kaybettiklerini hatırından çıkaramıyor, çocukluk günlerini yad ediyor: “Çok kavga ederdik. Bir keresinde kafası kırılmıştı ama annesi yine de ona kızmıştı. Kalabalık bir aileydik. Biz keçilere giderdik ama oyundan dolayı sürünün yarısı kaybolurdu. Maviş evin en küçüğü olduğu için hiç büyümüyordu evin içinde. O hep çocuk olarak kalmıştı. Annesinin patatesli böreğini çok severdi. ‘Annemin yaptığı börek bir başkadır’ derdi. Bir de, her seferinde annesinden Bıckaşir (yoğurt, sarımsak, tereyağı ile fırında yapılan bir Kürt yemeği) isterdi. Sonra büyüdü ve hayatını Türkiye devrimine adadı.”

Zafer anlatmaya devam ediyor: “Maviş çok genç yaşta devrimci hayata katılınca eve iki-üç ayda bir uğrar olmuştu. Aileyle tek irtibatı benim üzerimden olurdu. Ablası her defasında bana Maviş’in nasıl olduğunu sorardı. Bu kez Maviş’in nasıl olduğunu söyleyemedim. Çok ağır bir yüktü. Onu canlı geri getiremedim. Hâlâ bir gün çıkıp gelecek gibi hayal kuruyorum. Ben çocukluk arkadaşımı, yoldaşımı kaybettim ama Türkiye devrim hareketi büyük bir devrimciyi kaybetti. Hâlâ bir yerden çıkıp gelecek...”

 

“Yarınımızı kaybettik”

 

Şantiyede geçmiş hayatı. Üzerinde sadece yol parası olurmuş; gerçek bir komünistmiş. Kobanê’ye gitmek istiyormuş. Sigara parası dışında bir şey istemezmiş…

Konfeksiyon işçilerini örgütleme görevini yeni bitirmiş, sıra inşaatlardaymış. İnşaat İşçileri Sendikası’nda birlikte çalıştığı Mustafa Akyol devam ediyor: “Safir direnişinde tanışmıştık. Askerlik problemi vardı ama ona rağmen hep öndeydi. İnşaatlarda çalışıp parasını sendikaya verirdi. Kazandığından bir sigara, bir çorba, bir de jelibon parasını alırdı, gerisini sendikaya bağışlardı. Jelibonu çok severdi. Kimse Serdar gibi olmaz.” Sözü yoldaşı ve sendikadan arkadaşı tamamlıyor: “Yarımızı kaybettik.”

Baba: Duymuyor artık. Anne: “Şimdi konuşacak halde değil.” Oysa barış için düşmüştü Ankara’nın yollarına…Maviş!

Ben seni yazdığım saatlerde Sur’da, Cizre’de, Nusaybin’de, Silopi’de kurşun sesleri geliyordu. Seni anlatmaya çalıştığım saatlerde ölüm kol geziyordu.

Çocuklar ölmesin, barış gelsin diye canını verdiğin ülkede senden sonra da ölüm…

Duydum ki, gökyüzünü çözmeye çalışıyormuşsun. Yıldızlar yoldaşın olsun. Seninle bir kez daha tanıdım bu ülkeyi. Bir gün elbet barışı da alıp geleceğiz sana sevgili Maviş.


Son: * Bu yazı, Bağımsız Gazetecilik Platformu P24'ün, 10 Ekim 2015 Cumartesi günü Barış Mitingi'ne giderken katledilenlerin unutulmaması için hayata geçirdiği Barış Portreleri projesi kapsamında hazırlanan 101015ankara.org sitesinden alındı.