Politika

Ali Bulaç: Kendileriyle savaş halinde olanların 'barışa eğilim göstermeleri' durumunda barış masasına oturulmalı

"Reel politikte savaş zamanları barış dönemlerinden fazladır"

11 Mayıs 2016 16:08

Yarına Bakış yazarı Ali Bulaç, "Düşman karşısında zafer kazanmanın yolu, savaşın meşruiyeti, sabır, savaş hukukuna riayet ve mü’minler arasındaki ülfet ve ünsiyettir" dedi. "Bazılarına göre insanlar arasında sevgi bağı köklü olsaydı, hakim ve mahkemelere lüzum kalmazdı" diyen Bulaç, "Bütün bu anlatılanlardan anlaşılan şu ki, asli prensip, hangi din ve inançtan olurlarsa olsunlar, kendileriyle savaş halinde olanların 'barışa eğilim göstermeleri' durumunda barış masasına oturulmasıdır" ifadesini kullandı.

Bulaç'ın Yarına Bakış'ta "Barışa yanaşmak" başlığıyla yayımlanan (11 Mayıs 2016) yazısı şöyle:

Reel politikte savaş zamanları barış dönemlerinden fazladır; ideal politikte ise barış asıl, savaş arızidir. Gerekmedikçe, yani zorunlu şartları tekemmül etmedikçe savaş ilan edilmez. Maksat, savaş için savaş değil, zararı önlemektir. Müslümanlar her durumda dinlerini, bağımsızlıklarını, yurtlarını ve tabii zenginliklerini korumak üzere gerektiğinde savaşırlar. Bu, meşru kendini savunma hakkının kullanımıdır. Ancak şu veya bu sebeple, saldırgan düşman barışa eğilim gösteriyorsa Müslümanlara da benzer bir eğilim göstermeleri emredilmektedir. Bu son derece önemli bir ilkedir. Bu sayede anlıyoruz ki, Müslümanların nihai ve asli gayesi, “savaş için savaş” veya kin, intikam almak veya hasmı son ferdine kadar imha etmek değil, barışın korunmasıdır. Bunun istisnası, başlayıp süren savaşta müslümanlar tam üstün gelecekken, düşmanların yenileceklerini anlayıp barış istemeleridir. Böyle durumda barış yapılmaz. Ana prensip şudur: “Eğer onlar barışa eğilim gösterirlerse, sen de ona eğilim göster ve Allah’a tevekkül et. Çünkü O, işitendir, bilendir.” (8/Enfal, 61.)

Ayette geçen “cenah“, iç organların üstünü örten kaburga kemiklerinin eğimine denir. Yürürken devenin boynunu eğmesi için de aynı kelime kullanılır. Özetle anlamı “eğilim göstermek“tir. Bu durumda Müslümanlar, eğer düşmanlarının tutum ve davranışlarında barış emareleri tespit edebiliyorlarsa, kendileri de benzer şekilde cevap verebilirler. Bu durumda da Allah’a güvenip barışın sağlanmasına çalışmalıdır.

Hz. Peygamber (s.a.)’in tatbikatında hem savaş hem barış söz konusudur. Medine’ye hicretinden hemen sonra Hz. Peygamber üç Yahudi kabilesi ve henüz Müslüman olmayan Medinelilerle sözleşme imzaladı. Yahudilerin anlaşmayı tek tarafl ı olarak bozması üzerine Hayber’e sürüldüler, Hayber seferinden sonra da Hz. Peygamber, belli bir cizye karşılığında onlarla barış anlaşması imzaladı, onları toptan imha yolunu seçmedi. Benzer şekilde Arap yarımadasının önemli kabilelerinden olan Necran Hıristiyanları’yla da anlaşma yaptı; dahası Hudeybi’ye de doğrudan Mekkeli müşriklerle 10 yıllığına barış sözleşmesi akdetti. Dört halife de Hz. Peygamber’in tatbikatını takip etti, duruma göre savaştı, duruma göre barış anlaşması imzaladılar.

Bu da bize gösteriyor ki, savaş ve barış mutlak değil, şartlara bağlı olarak mukayyettir. Müslümanların askeri gücü, çıkarı, zamanın şartları ve çok yönlü ihtimal hesapları göz önüne alınarak savaş yapılabileceği gibi barış anlaşması da yapılır. Bu konuda nihai kararı Müslümanların kamu otoritesi, yetkili organları verir.

“Barışa yanaşmak“ iyi niyet göstergesidir. Ancak düşman her zaman iyi niyetli olmayabilir, barış adı altında bir taktik de geliştirmek isteyebilir. Yine de bu Müslümanların temel bir tercih olarak barıştan vazgeçmelerini gerektirmez. Onlar ahlaki olarak Müslümanları aldattıklarını düşünürler, ama Allah kendisine itimad edip güvenenlere yeter. Malik bin Eşter’e gönderdiği mektubunda Hz. Ali (r.a.) şöyle demektedir: “Düşman tarafından getirilen barış teklifl eri kurallara uygun ise geri çevrilmemeli, yapılan antlaşmalara sadık kalınmalı, gerekirse bu yönde canlar feda edilmelidir. Daha önemlisi antlaşmada düşman oyuna getirilmemeli, yoruma açık ifadeler kullanılmamalıdır.”

Hz. Peygamber, yalnızdı, çaresiz ve güçsüzdü. Mekke’de tebliğe başladığı zaman ortada sahip olduğu maddi bir kuvvet, dikkate değer bir toplumsal desteği yoktu. Yüce Allah, ona mü’minleri nasip etti, tebliğ sürdükçe Müslümanların sayısı arttı. Zor şartlar altında Mekke’yi terkedip Medine’ye hicret ettiler. Burada da Mekkelilerin fiili saldırıları ve tehditleri başgösterdi. Ancak şanı yüce Allah yardımını kesmedi.

Düşman karşısında zafer kazanmanın yolu, savaşın meşruiyeti, sabır, savaş hukukuna riayet ve mü’minler arasındaki ülfet ve ünsiyettir. Bazılarına göre insanlar arasında sevgi bağı köklü olsaydı, hakim ve mahkemelere lüzum kalmazdı. Mesela Endülüslü filozof İbn Bacce, hakim ve doktorun olmadığı bir toplum tasavvur etmiştir. Bütün bu anlatılanlardan anlaşılan şu ki, asli prensip, hangi din ve inançtan olurlarsa olsunlar, kendileriyle savaş halinde olanların “barışa eğilim göstermeleri” durumunda barış masasına oturulmasıdır.