Gündem

AKP kurucularından Ünsal: 28 Şubat'ta daha özgürdük, OHAL'i destekleyenler bile "Artık yeter" diyor

"İhraç edilenlerin arasında ben de varım"

20 Şubat 2017 11:21

AKP'nin 64 kurucusundan biri olan Fatma Bostan Ünsal, olağanüstü hâl (OHAL) uygulaması kapsamında çıkarılan kanun hükmünde kararnamelerle (KHK) yapılan ihraçlarla ilgili olarak “28 Şubat’ta doktora sınavına başörtülü olduğum için alınmadım. Akademi bize kapalıydı, ama onun dışında görüşlerimizi rahat bir şekilde ifade ediyorduk. Bugün o meşruiyette konuşamıyor, mağduriyetlerden söz edince ihanetle suçlanıyoruz" dedi. Ünsal, "Bu tür uygulamalar o kadar tramvatik oldu ki genel OHAL’e eleştirel bakmayanlar bile bu konulara artık 'yeter' diyor" ifadesini kullandı.

Yeni Asya gazetesinden N.Nur Ener'e konuşan Fatma Bostan Ünal'ın açıklamaları şöyle:

OHAL sonrası çıkarılan kararnameler toplumun pekçok kesimini etkiledi. Son kararnamelerle toplumun yakından tanıdığı kişiler de etkilenince yankısı büyük oldu. Siz nasıl değerlendiriyorsunuz?

Siyasetin toplumun desteklerini, taleplerini alması gerekiyor. Toplumun bu talepleri nasıl billurlaşır? Bağımsız bir basınla veya kamusal alan dediğimiz özgür bir sivil toplumla. Böylelikle toplumun desteklerini veya kabullerini, görüşlerini toparlayabilirsiniz. 

Ama şimdi Türkiye’ye baktığımızda, özellikle OHAL kapsamında binlerce derneğin, basın kurumlarının kapatıldığını ve basın mensuplarının da içeride olduğunu görüyoruz. Bu yüzden bu öngördüğümüz siyasetin dışında, ondan farklı bir siyasî  mekanizma şu anda gündemimizde. Toplumun taleplerini alacağımız özgür ve barışçı unsurlar yok ve bunlar çok önemli. İnsanlığın tecrübesini ihmal etmiş oluyoruz. Diğer taraftan İslam dininin düsturlarını da ihmal etmiş oluyoruz. Ak Parti için din çok önemli bir referans kaynağı, dinimiz de aslında bu hususlarda benzer hükümler vaz ediyor.

Biliyoruz ki Kur’ân’da “Aranızda sizi hayra çağıracak bir grup olsun” veya “Birbirinize hakkı ve sabrı tavsiye edin” ifadeleri bulunuyor. Bu ifadeler, “hakkı tavsiye etmek üzere bir araya gelen, hakkı tavsiye eden sivil toplum kuruluşları, basın kuruluşlarını bulundurun” şeklinde anlaşılabilir. Tamam bütün herkes hakkı söyleyemeyebilir, ama doğrunun söz söyleyebilmesi için her görüşün söylenmesi teminat altında olmalıdır ki insanlar rahatlıkla görüşlerini söyleyebilsin, doğru da ifade edilebilsin. Eğer siz bazı görüşleri yanlıştır diyerek baskılamaya çalışırsanız, doğrudan da kendinizi mahrum etmiş olursunuz. Bu yüzden, OHAL sürecinde derneklerin kapatılması ve basına yönelik kısıtlamalar hem insanî tecrübe birikimine, hem de aynı zamanda dinimizin sosyal alandaki görüşlerine de ters. 

15 Temmuz sonrası başlatılan operasyonlarda birçok kadının da mağdur olduğunu görüyoruz. Bir İnsan Hakları Aktivisti olarak, doğumhanelerin kapısında bekleyen polisleri, bir günlük çocuklarıyla birlikte Emniyet Müdürlüğünne götürülen anneleri, 17 gün anne sütü verilmesine izin verilmeyişini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Bu yaşananlar süreçteki hoyratlığı gösteriyor. Bir günlük bebekten ayrılmak zorunda bırakılan anne, aslında bu durumun ne kadar hoyratça yapıldığını bir kez daha bize göstermiş oluyor ve ben son dönemde AK Parti hükümetlerinin sağlık alanında anne sütüyle ilgili yapılanları destekleyen birisiyim. Anneleri teşvik ediyor süt izni konusunda. Gerçekten çok olumlu bir adımdır. Aynı hassasiyetin daha hakkında iddianame bile hazırlanmamış ve bu yüzden de masumiyet karinesi nedeniyle masum kabul edilmesi gereken insanlara karşı da, kadınlara karşı da gösterilmesini beklerim çok tabiî olarak.  

Bu tür uygulamalar o kadar tramvatik oldu ki genel OHAL’e eleştirel bakmayanlar bile bu konulara artık “yeter” diyor, ama bu durum, diğer hususlarda da ne kadar hoyrat davranıldığının bir ifadesi aslında, yani bu raddeye kadar gelebiliyor rahatlıkla. Çünkü hiçbir savunma almadan, hatta soruşturmaya bile tabi tutmadan 40.000 insan cezaevinde ve 100 bin civarında insan işten ihraç edilmiş. Yani bütün Türkiye’de yaşayan insanlardan biri olarak ben çok büyük bir utanç duyuyorum. Çünkü öyle veya böyle bir onayımız varmış gibi anlaşılıyor, yetkililerin çok daha büyük sorumluluk duyması gerekiyor. 

Peki, bu utanç atmosferinden çıkmamız mümkün mü?

Gözaltındayken veya evindeyken intihar edenler çok daha trajik durumlar olduğu için kamu görevinden ihraç edilenlerle ilgili konuşmaktan utanıyorum. Ben de ihraç edilenlerden biriyim, daha travmatik olayların yanında durumumuzu anlatmaktan utanıyorum, ama hem benim, hem de başta eşim olmak üzere  hayatımızı alt üst etmiş durumda. Kamudan atılıyorsunuz ya da tekrar kamuda çalışmanız yasak, ama bununla sınırlı değil. Yani başka bir yerde çalışmak istediğiniz zaman amirinize sizinle ilgili bilgi gidiyor ve amiriniz korkutuluyor ve yurtdışında rahatlıkla çalışabilecek deneyimli insanlar da pasaportları iptal edildiği için dışarı çıkamıyorlar veya ben kendim için de söyleyebilirim, yurtdışında çeşitli burslar var, bu burslara başvuramıyorum. Hatta şuna da gelmek istiyorum Davutoğlu’nun bir ifadesi var; “OHAL koşullarının normal hayatın akışını bozmaması gerekir” diyor. Değil mi? Bu çok doğru. Hayatın normal akışı sizin yurtdışı da dahil herhangi bir yerde çalışmanızı, hacca gidebilmenizi gerektirir.  Ama yok Hoyratlığı tek bir yerde görmüyoruz, birçok yerde görüyoruz.

Bu zamana kadar politikaları destekleyen insanların bile şu anda itiraz etme noktasına gelmesi de aslında bu hoyratlığın hangi raddelere geldiğini bize biraz göstermektedir. Ben hacca gidemedim geçen yıl. İnsanlar yıllarca bekliyorlar hacca gidebilmek için, pasaport yüzünden gidemedik. Bu sene de hac kayıtlarının yenilenmesinde “zaten gidemem ki” diye düşündüm ve başvurmadım. Bakın hayatın normal akışını engelleyecek şekilde olmaya başladı, oluyor. Hayatın normal akışının ciddi bir şekilde hükümet eliyle zedelendiğini görmüş oluyoruz. Bir an evvel bu uygulamalardan vazgeçilmesi gerekiyor ki normal hayata dönülsün, insanlar nereye gidecekse gidebilsinler, başka üniversitelere gidebilsinler. 

Ben bu süreçte pek çok yerden konferans daveti aldım. Biri de Malezya’da Müslümanların önündeki engellerle ilgili uluslararası konferanstı. Eşimle beraber davet almıştık, ikimiz de gidemedik. Bir de o var. Yani eşim de etkilendi benden dolayı. Ona karşı da mahcup oldum. Arada sevgi saygı bağının olduğu ailelerde böyle yani. Siz mahcup oluyorsunuz, ama başka ailelerde bunlar ayrılığa kadar gidecek huzursuzluğa neden olabiliyor. Ve biliyoruz ki ayrılık Allah’ın en sevmediği işlerden biri ve hükümetin bu politikası boşanmalara karşı, ama bu KHK’ların pekçok boşanmaya sebep olduğunu da biliyoruz. Dün eşim saydı bu süreçte yurt dışında olacak on etkinlik için davet almış, biri de Avrupa Parlamentosu’nda olacak bir toplantıydı, ama gidemedi. Haliyle AB Türkiye ile ilgili olarak eleştirel tutum alıyor. 

Nihayetinde baktığımızda büyük bir imtihan diyoruz. Yani buna uğrayan, bunu yapan, bunu bir fırsat bilip iftira atan; her düzeyde büyük bir imtihan. Fitne. Bu durumun daha fazla sürmeden, daha fazla zarar vermeden bir an önce kaldırılması gerekiyor.

Bir İnsan Hakları Aktivisti olarak, 28 Şubat’la bugün yaşananları kıyaslarsanız neler söylemek istersiniz?

28 Şubat sürecinde ODTÜ’ye doktora için başvuru yapmıştım, sınava başörtülü olduğum için alınmadım. Siyasal Bilimler Fakültesi mezunlarının çalışma alanı daha ziyade devlet kurumlarında olduğu için, çalışma hayatına başlayamadım, akademi de bizlere zaten kapalıydı, ama onun dışında biz görüşlerimizi çok rahat bir şekilde ifade ediyorduk. Hem kendi aramızda, hem de kamuya karşı görüşlerimizi rahat bir şekilde veriyor ve meşru bir pozisyonumuz vardı. Bugün, o meşruiyette konuşamıyoruz. Yani bir bakıma şöyle, özellikle 15 Temmuz’dan sonra bu durumla ilişkili olarak mağduriyetleri dile getirdiğimizde kendi arkadaşlarımız, ki bunlar daha ziyade Ak Parti seçmenleri, bunu Ak Parti’yi korumak refleksiyle ihanet gibi görüyorlar.

En son Özgür-Der’in açıkça lince tabi tutulması, bize bu durumu bir kere daha gösterdi. Bu yüzden kendi camiamızda  konuşulması en zor dönemlerden biri. Halbuki görevimiz hakkı ve sabrı tavsiye etmek. Bunu söylerken ben bir şey kazanmıyorum ki söylediğim için. Aksine bu ortamda cezalandırılıyoruz. Biz sorumlulukla hareket ediyoruz. Bu şekilde bakılmalı. Bir kere ddoğru olan görüşe de yanlış olan görüşe de müsaade edilmeli. Eğer siz yanlış diye ezerseniz doğru görüşün ifade kanallarını sürekli kapatmış olursunuz. Demokrasilerin  felsefesinde bu var, ifade özgürlüğü, özellikle Batı dünyasında, ama bu bir insanlık tecrübesine de dayanıyor. Tek bir kişinin bütün doğruları bilmesi mümkün değil. O halde, bırakacaksın herkes doğrunun bir tarafından tutacak. Ve nihayetinde insanlığın geldiği nokta, bir kişinin bilemeyeceğini göstermiş durumda. Bu bizim de dikkate almamız gereken bir tecrübe.

Bilimsel buluşların da bize gösterdiği gibi insanlık fizikî âlemde 100 yıl öncesinin tahayyül edemediği işleri gerçekleştirmekte ve güvenlik de bununla beraber gidiyor. Bugün ulaşım vasıtalarından tutun her konuda artan güvenlik tedbirlerini görüyoruz. Emniyet kemeri, hava yastığı gibi yeni tedbirler ile ulaşım güvenliği arttırılmaya çalışılıyor. Maddî âlemde güvenlik tedbirlerinin artması gibi, siyasî âlemde de güvenlik tedbirleri bulunup uygulanmaya çalışılıyor. Siyaset âleminin de güvenliği bağımsız basın, bağımsız sivil toplum kuruluşları. Bunlar aslında sigorta, bu sigortalar olmadığı zaman siyaset tepetaklak olur ve hem yönetenler, hem yönetilenler için aslında bu sigortalar hayatî önemdedir. J. Stuart Mill’in de söylediği gibi; “İyi siyaset en fazla kişinin yararına olandır” Tamam bu genel görüş. Başka nedir? Yöneticinin ahlâkını ve akıbetini bozmayan bir sistemdir. İşte nasıl vasıtalarda emniyet kemeri uygulamalarını destekliyorsak, bütün bir toplumun güvenliğinin sigortası olan özgür basın, özgür kamusal alanüzerinde öyle hassasiyetle durmamız, gerekli saygıyı göstermemiz gerekir. 

Başbakan Yardımcısı Canikli’nin açıklamaları vardı, özellikle son KHK ile ilgili yeni düzenleme yapılacak, listeler falan demişti. Bu açıklamaları nasıl buluyorsunuz? 

Aslında son KHK’da çok tanınmış isimler olduğu için kamuoyunda tartışıldı. Fakat bizim bütün KHK’lardaki usule bakmamız gerekiyor. Usulen hiç kimseye savunma hakkı verilmeden insanların görevlerinden ihraç edildiğini görüyoruz. Bazı isimlerin tanınmış olması daha da ilgi uyandırıyor ve itirazı yükseltiyor. Tabiî ki bu çok anlamlı. Fakat bunun ötesine geçip 100 bin insanın aynı şekilde savunma hakkı verilmeden ihraç edilmesine odaklanmak gerekir. Savunma hakkının cezadan önce olması gerekiyor. Cezadan sonra verirseniz bunun bir manası olmaz, yani aslî haklardan olan savunma hakkı ihlal edilmiştir diyebiliriz. Sadece savunma hakkı değil, pek çok insan hakkı veya hukukun temel kavramlarından olan suçun şahsîliği ilkesi ihlal edilmiştir, yani suç var olsa bile o sadece yapanı ilgilendirir, burada eşiniz, çocuğunuz, anne-babanız doğrudan etkilenmekte ve suçun şahsîliği ilkesi ihlâl edilmiş oluyor. Bir başka ihlâl edilen ilke masumiyet karinesi.

Toplum halinde yaşamanın ön koşulu masumiyet ilkesidir, herhangi bir şekilde suçlama yapmadan tutuklananlar veya işten atılanlar için söylüyorum. Bu şekilde 150 bin insanı birinci elden mağdur etmiş oluyorsunuz. Çok ciddi temel insan hakları ihlal olmuş oluyor bu KHK’lar ile. Hukukun temel ilkelerinden “geriye yürümezlik” ilkesi de ihlâl edilmiş oluyor. 15 Temmuz’dan önce yasal, meşru olan Bank Asya’da hesabı bulunmak veya Aktif Eğitim Sen’e üyelik 15 Temmuz’dan sonra “suç” haline gelmiş oluyor. Hatta bir hastanede doğum yapmak birdenbire suç karinesi haline gelebiliyor. Ayrıca yine bununla bağıntılı olarak Sami Selçuk’un hatırlatmasıyla “fiil hukuku değil fail hukuku” değerlendirmeye alınıyor.

Fiil üzerinden değil, fail üzerinden suç tanımı yapılmış oluyor. Yine bununla bağıntılı olarak daha da korkutucu olan ise siyasî açıdan güçlüler açısından aynı “iş” mesela Bank Asya’da hesap olması farklı değerlendirilmesidir. Yakın zamana kadar Gülen’e toz kondurmayan bakanlara dokunulmazken, 20 yıl önce doğumunu Cemaate ait bir hastanede yapmış olan kamu görevlisinin ihraç edilmesi hukukun eşitlik prensibini ciddi ölçüde ihlâl etmektedir. Ayrıca en temel insan haklarından olan işkence yasağının da zaman zaman ihlâl edildiğine dair haberler almak da en dayanılmaz olanıdır.

Bu yüzden Canikli’nin özellikle akademisyenlerle ile ilgili söylediklerini biz genel hamletmeli ve tutuklu veya gözaltına alınanları da dahil etmeliyiz. Bu ifadeleri bu konuda atılacak adımların ilki olarak görmek gerekiyor. Belki Canikli öyle görmeyebilir, ama basın, bizler böyle görmeliyiz. Çünkü bir kişinin bütün herşeyi en doğru şekilde bilmesi zaten mümkün değil.  “Hata yapabiliriz” ifadesi “hata yaparız bize müsamaha gösterin” anlamına gelmemelidir. Herkesin söz söyleme hakkı olmalı ki, sizin bir hatanız da söylensin ve o hata derinleşmesin, o hata bir suç haline gelmesin, o hata katmerli mağduriyetlere yol açmasın. Tıpkı insanın Allah ile olan ilişkisindeki tövbe gibi toplumla olan ilişkisinde de hatalarını düzeltecek mekanizmaların olması lâzım.