Gündem

"AKP, ekonomik krizle iktidardan düşerse tasfiye sürecine girer; Yüce Divan da cabası"

"2001 Krizi'nin iktidara taşıdığı AKP, şimdi benzer nedenle iktidarı kaybetmekten korkuyor"

21 Ağustos 2018 14:43

Eski CHP Milletvekili, emekli öğretim üyesi Prof. Dr. Oğuz Oyan, ekonomideki gelişmelerin ve iktidarın tavrının şaşırtıcı olmadığını söyledi. "2001 Krizi’nin iktidara taşıdığı AKP, şimdi benzer nedenle iktidarı kaybetmekten korkuyor" diyen Oyan, "bir daha gitmemek üzere iktidarda kalmayı bir varlık-yokluk meselesi olarak gören" AKP'nin iktidardan düşmesi halinde tasfiye sürecine gireceklerini söyledi. Oyan, "Üstelik ciddi yolsuzluklar ve Anayasa ihlalleri üzerinden Yüce Divan’a gitme riskleri de cabası…" ifadesini kullandı.

Oyan, bağımsız iktisatçıların 2018’in ikinci yarısından itibaren Türkiye ekonomisinin bir durgunluğa doğru ilerleyeceğini ifade ettiğini anımsatarak, "Bugünkü gelişmelere şaşırıyor değilim. Rahip Brunson bahanesi olmasa bir başka sürtüşme bahanesi yaratılırdı veya ‘ekonomimize dıştan manipülasyon çekiliyor’ gerekçesi mutlaka üretilirdi” diye konuştu.

Birgün'den Sebahat Karakoyun'un sorularını yanıtlayan Oyan'ın açıklamaları şöyle:

»Ülke bu ekonomik krize nasıl sürüklendi?

Bunun hikâyesi uzundur. Cumhuriyetin ilk 15 yılı, kıt kaynaklarla büyük atılımlar dönemiydi. İç kaynaklar ve iç dinamikler belirleyiciydi. AKP’nin 16 yılında tam tersi, dış kaynaklar ve dış dinamikler belirleyici oldu. Cumhuriyet’in bütün ekonomik birikimleri haraç mezat satılarak ulaşım altyapısına aktarıldı; devlet sınai ve tarımsal üretimden uzaklaştırılarak ülkenin dışa bağımlılığı pekiştirildi.

AKP’nin ekonomik programı, düşen iktidardan devralınan bir IMF programı üzerine oturtulmuştu. Bu program Mayıs 2008’e kadar uzatıldı, sonra da dolaylı olarak izlendi. Bu program, başlangıçta yüksek “faiz dışı fazlalar” yaratarak dış borçların ödenmesine ayarlanmıştı. Giderek Gayri Safi Yurtiçi Hasıla (GSYH) içinde sanayi katma değerinin azalması, tasarrufların gerilemesi, tasarruf-yatırım açığının büyümesi, ekonominin üretimden çekilerek ithalata yönlendirilmesi ve sonuçta ancak yüksek cari açıklar ve dış borçlanmayla kendisini döndürebilen marazi bir yapıya dönüştürülmesi “başarılmış” oldu. Yabancı sermayeye yüksek reel faiz, kâr, kur farkı ve son yıllarda da Yap-İşlet-Devret (YİD) garantileri biçimlerinde yüksek getiriler sunarak fon sağlayabilen bu ekonomi, uluslararası finans kapitalin adeta sağmal ineğine dönüştürülmüştü. 16 yıllık dönemin dörtte üçünde bu koşullar geçerli olabildi. 2008/2009 krizinde ve son birkaç yılda koşullar terse dönünce; dış kaynak temininde güçlükler yaşanmaya, sermaye fonları menşe ülkelere ricat etmeye başlayınca, bu arada AKP Türkiye’si dış politikada uyumlu ülkeden sorun çıkaran ülkeye dönüştükçe, o zamana kadar “yolunda gözüken” birikim modelinin sigortaları atmaya başladı.

El parasıyla (taşıma suyla) ekonomisini döndürmeyi kendi yönetim başarısı sanan siyasi iktidar, ekonomisi kırılganlığın zirvelerinde dolaşırken, bir de finans kapitalin ilişkiler seti içinde geçerliliği olmayan kararlar alıp, tek adam sultası altında dış dünyaya güven vermeyen kadro değişimleri yapınca, kaçınılmaz olan kriz kapıdan beklenenden hızlı giriverdi.

"Krizi fırsata çevirme çabası"

»İktidarın, ekonomik krizi salt dış müdahaleye bağlayarak krizi fırsata çevirmeye çalıştığı değerlendirmelerine katılır mısınız?

Bu, iktidarın en iyi bildiği şeydir. İktidar, muhalefetin cılız olduğu bir ortamda deneyip de işe yaradığını gördüğü her şeyi yapıyor. Bunu sadece ekonomik krizlere veya dış güçlere bağlı olarak değil, o sırada hangisini işe yarar görürse onu fırsata çevirmeye çalışarak uyguluyor. 2007’de, 2009’da, 2010’da, 2011’de, 2013’te, 2015’te bu tür tezgâhların çok sayıda örneği verildi. Ama asıl ve nihai dönüm noktası Temmuz 2016’da önü açılan FETÖ’cü darbe girişimi oldu. Bu girişim, otokratik rejime geçişi olağanüstü hızlandıran ve meşrulaştıran bir “Allah’ın lütfu” olarak tükenmez bir fırsata çevrildi. Bundan böyle gerek yeni rejimin anayasasının topluma dayatıldığı Nisan 2017 Referandumu’nda, gerekse bu anayasanın tüm hükümleriyle yürürlüğe girdiği 24 Haziran 2018 Genel ve Cumhurbaşkanlığı Seçimleri’nde, artık ete kemiğe bürünmüş bir darbe girişimi ve “dış güçler” göndermeleri hep tedavülde tutuldu. Bu arada Almanya ve Hollanda gibi ülkelerle seçim zamanlarında sahte sürtüşmeler yaratarak “milli duruş” tiyatroları oynanması da repertuara eklendi.

2018’in ikinci yarısından itibaren Türkiye ekonomisinin bir durgunluğa doğru ilerleyeceği bağımsız iktisatçıların genel bir beklentisiyken, iktidarın böyle bir olasılıkta sorumluluğu dış güçlere yıkma eğiliminde olacağını epeydir yazan çizenlerden biri olarak, bugünkü gelişmeler şaşırtıcı değildir. Rahip Brunson olmasa iktidar bir başka sürtüşme bahanesi mutlaka yaratırdı. İktidar kanadı, kendisini, 16 yıldır uyguladığı dışa bağımlı ekonomik politikalar sonucunda Türkiye’nin dünyanın en kırılgan beşlisinin değişmez oyuncusu olmasını açıklamak sorumluluğu altında hissetmiyor. Gerçeklerden kopuk iktisat politikası ve dış politika kararlarıyla enflasyon-kur-faiz sarmalının beklenenden daha erken ve daha şiddetli biçimde ekonomiyi sarsmasını kolayca dış güçlere havale edivermenin ve bunu sadık müritlerine kolayca kabul ettirebilmenin rahatlığıyla pervasızlaşıyor. Burada kuşkusuz muhalefetin tavrını sorgulamak da ayrı bir parantezi hak ediyor.

"Otokratik ve teokratik kimlikli rejim"

»İktidarın kriz sürecindeki sorumluluğunun tartışılması niçin suçlama konusu yapılıyor?

İktidarın eleştirilere karşı tahammülsüzlüğü onun otokratik karakteriyle bağlantılıdır. Bu otokratik karakter de kendi başına bir amaç değildir. Aydınlanma devriminin tüm kalıntılarının kazınması üzerine inşa edilmekte olan İslamcı rejim, başka türlü kurulamayacağı içindir. Şimdi otokratik ve teokratik kimlikli bir rejimin, üstelik tek adam sultasıyla damgalanmış türevinin, burjuva demokrasisinin oyun alanı içinde kalarak ilerlemesini bekleyemezsiniz. Üstelik iktidarın tüm toplumu ikna etmekte büyük güçlükler çektiği gerçeği anımsanırsa… Halkın can damarını ilgilendiren bir ekonomik kriz söz konusudur.

AKP türü rejim yıkıcı/rejim kurucu partilerin bir daha gitmemek üzere iktidarda kalmayı bir varlık-yokluk meselesi olarak gördüklerini eklemek gerekir. Bu tür siyasi hareketler iktidardan düşerlerse sadece projeleri ertelenmiş olmaz, kendileri de tasfiye sürecine girerler. Üstelik ciddi yolsuzluklar ve Anayasa ihlalleri üzerinden Yüce Divan’a gitme riskleri de cabası… Dolayısıyla burada her türlü aşırılığa, her türlü paranoyaya yer vardır. Bu paranoya hali, toplumun krize milliyetçi hamasetle direnmeye mecbur bırakılmasına kadar götürülebilir. Bu durumda, Türkiye’de gerçek kriz koşullarının artık açıkça tartışılamayacağı açık faşizm koşullarına geçilmesi işten bile değildir.

Nihayet bir diğer neden de, kitlelerin “dış komplo” üzerinden böylesine şartlandırılmadığı koşullarda tepkilerinin (2001’de olduğu gibi) iktidara yönelebilecek olmasıdır. O halde, ekonomik krizde tüm “suçu” dış güçlere atmaya yeltenen bir iktidara “ama sen de sorumlusun” demenin karşılığı “gayri millilik” ve “vatana/bayrağa ihanet” tertibinden bir karşı suçlama olabilecektir.

"Antiemperyalist tavır AKP’den beklenemez"

»İktidarın bu süreçte “emperyalizmle mücadele” algısı yaratma çabaları ile ilgili neler söylersiniz?

İktidarın içeriksiz çıkışlarının ve yeni dış denge arayışlarına mecbur kalmasının bir “emperyalizmle mücadele” bahsi içinde ele alınabilmesi, eğer sağ cenahın işiyse bir algı operasyonundan ibarettir; kendini “sol” sayanlarda rastlanıyorsa, en hafifinden bir akıl tutulmasıdır veya düpedüz oportünist bir milliyetçi savrulmadır. Kaldı ki her milliyetçi çıkışı antiemperyalizm sayacaksak, Trump milliyetçiliğini nereye koyacağız? Türkiye’deki siyasal İslamcı hareket, siyaset sahnesinde boy göstermeye başladığı 1950’li ve 1960’lı yıllardan itibaren dış güçlerin himayesini her zaman arkasında hissetmiştir. Bu hareketin 12 Eylül 1980 Darbesi’yle önü açılmış, nihayet siyaseten ve iktisaden önü temizlenmiş bir biçimde (1999-2002 döneminin Ecevit Hükümeti’ne krizin yükü bindirildikten sonra partisi ve koalisyonu siyaseten darmadağın edilerek) iktidara taşınmıştır. AKP iktidarı, birkaç yıl öncesine kadar IMF patentli neoliberal reçeteyi büyük bir sadakatle uygulayarak, hatta kendisinden talep edilenlerin hep bir fazlasını yapmaya çalışarak Batı’nın gözdesi konumuna yükselmiş bir iktidar türüdür.

Son yıllardaki “yalpalamalar” veya nispeten kontrol dışına çıkmalar, AKP/RTE iktidarının kendisine kendi gücünün ötesinde rol biçmesinden kaynaklanmıştır. Üstelik ekonomisi bunca borca batmışken, borçlarını ve ekonomisini çevirebilmek için gerekli dış kaynaklar da giderek daralırken böylesine zamansız ve kof çıkışlar içine girmesi, Suriye’deki rejimin altını oyarken oyun kurucu rollere soyunması daha çok kritik hesap hataları olarak kaydedilmelidir. Yoksa bu iktidardan ne ciddi bir sistem eleştirisi, ne neoliberalizme alternatif denemesi, ne askeri ittifak tercihini değiştirmesi, ne de dolayısıyla tutarlı bir antiemperyalist tavır geliştirmesi beklenebilir.

"Teslimiyetçi duruş CHP’yi iktidar alternatifi olmaktan çıkarıyor"  

»Muhalefet partileri bu süreci doğru değerlendirip doğru tavırlar geliştirebildi mi?

Meclis içi muhalefet partileri açısından bunu söylemek mümkün gözükmüyor. İyi Parti ve Saadet Partisi, beklenebileceği gibi, iktidarın milliyetçi kutuplaştırmasına kolayca teslim olarak hemen Türkiye’nin maruz kaldığı dış diplomatik ve ekonomik saldırıya karşı iktidarla birlikte mücadele etmeye hazır olduklarını belirttiler. CHP ise, bu desteği şartlı olarak verebileceğini ve iktidarın da ekonomik krizde sorumluluğu olduğunu belirtmesine karşın nihayetinde sabık seçim ortaklarından çok da uzağa düşmemiş oldu. HDP, iktidara karşı daha eleştirel gözükse dahi iktidarın toplumu şartlandırma salvolarını yok sayamayan bir konumdan ses verdi.

Aslında Trump ve ABD yönetiminin de bu görüntünün oluşmasına çok yardımcı olduğunu belirtmek gerek. Suçun dış güçlere, özelde ABD’ye atılmasını kolaylaştırmak için elinden geleni yaptı. Kasım ayında yapılacak kendi ara seçimleri öncesinde avantaj kazanmak için adeta AKP tarzı yöntemleri benimseyince AKP iktidarını mağdur duruma getirip ona iç politikada el yükseltme imkânı verdi.

»CHP’de gerek yönetim kadrosunun gerekse muhalif kadronun iktidara çözüm önerileri iletmesi nasıl yorumlanabilir?

CHP’deki asıl sorun, gerek yönetim kadrosu bakımından gerekse partide yönetimi üstlenmeye talip muhalif “kadro” bakımından, uygulanan bağımlı neoliberal iktisat politikalarının karşısına bağımsız alternatif iktisat politikalarıyla çıkılmasının gündemde bile olmamasıdır. Bu durumda iktidara birtakım sistem içi çözüm önerileri sunmanın (ki birçoğunun AKP iktidarı altında uygulamaz durumda olması ayrı bir sorundur) ve bunların sahiplenilmesi halinde iktidara destek vermeye hazır olunduğunun belirtilmesini açıklamak güçtür. Her zamanki gibi kısa vadeli ve getirisi kuşkulu taktik hamleler, uzun vadeli ve kalıcı stratejik hamlelere tercih edilmektedir.

Krizin, iktidarın tükenmiş bir ekonomik birikim modelinde ısrarı yüzünden çıkmış olduğuna yeterli vurgu yapmaktan kaçınıp sistemle çatışan hatalı iktisadi kararlara ve ABD kaynaklı ölçüsüz yaptırımlara çatmayı tercih etmekle tanımlanabilecek savunmacı ve teslimiyetçi duruşun CHP gibi bir partiyi iktidarın alternatifi olmaktan giderek uzaklaştırdığını anlayabilmek için acaba daha kaç uzun yıl gerekecektir? Bu arada, CHP yönetiminin de bu yönetime farklı bir program üzerinden gerçek bir alternatif oluşturamayan muhaliflerinin de Türkiye’deki bir kriz durumunun gerektireceği acil bir anti-kriz program çerçevesi üzerinde kafa yormaktan hayli uzak oldukları da görülmektedir.