Gündem

Ahmet Altan'dan "yargılanacaksın" diyen Ahmet Hakan'a: Programına ikimiz çıkalım; bana istediğini sor

Ergenekon davasına dair iki yazar arasındaki tartışma sürüyor

04 Mayıs 2016 02:34

Taraf gazetesi eski Genel Yayın Yönetmeni Ahmet Altan, kendisine "Er ya da geç yargılanacaksın. Bu dünyada ya da öbür dünyada" diyen Hürriyet yazarı Ahmet Hakan'a cevap verdi. Ahmet Altan, Taraf gazetesinin Nedim Şener ve Ahmet Şık'ın Oda TV soruşturması kapsamında 2011'de tutuklanmasının ardından attığı "Gazetecilikten tutuklanmadılar" başlığı nedeniyle kendisini eleştiren Ahmet Hakan'a, "Herhalde aynı başlığı Erdoğan için de atacak yüreklilikte, cesur ve özgür bir delikanlısındır" dedi. "Senin bir programın var… Orada canlı yayına ikimiz çıkalım" teklifinde bulunan Altan, "Ergenekon’u, Ergenekoncuların ilişkilerini, Balyoz’u, darbe girişimlerini, 17-25 Aralık’taki hırsızlıkları, ‘bağımsız’ yargıyı, yeni ittifakları, senin desteklediğin Erdoğan’ın ‘başkanlığını’, medyayı konuşalım… İstediğin soruyu sor… İstediğin gibi sor… İstersen PKK konusundaki ilginç sorularını da sorabilirsin” diye yazdı.

Ahmet Altan'ın Haberdar'da yayımlanan 'Şaka' başlıklı yazısı şöyle:

İngiltere tahtının beş numaralı varisi Prensi Harry, “yaralı, hasta, sakat” ordu mensupları için iki yılda bir tekrarlanacak bir “engelliler yarışması” organize etmiş… Bu yarışmaların adı İnvictus Oyunları…

“İnvictus”, Latince “yenilmez” anlamına geliyor.

Aynı zamanda İngiliz şairi William Ernest Henley’in çok ünlü “İnvictus” şiirine de bir saygı selamı veriyor:

 “En kötü şartlarda olsam bile

Ne korktum, ne de ağladım kimselere

Kaderin pervasız darbelerinde bile

Kana bulansa da başım, eğilmedi asla”

Kaderin darbelerine direnen insanlara yeni bir ümit ve güç vermeyi amaçlıyor bu yarışmalar.

Bir benzeri Amerika’da da var.

Bu oyunları desteklemek için bir de “klip” dolaşıyor internette.

Prens Harry, babanannesi Kraliçe Elizabeth ile otururken telefon çalıyor, görüntülü aramada karşılarında Michelle ve Barack Obama duruyor…

Bu oyunlarla ilgili ona takılıyorlar, Kraliçe ile Prens de onlara cevap veriyor.

Son olarak bu “takılma” çemberine Kanada Başbakanı Trudeau da katıldı.

Dünyanın en güçlü insanlarından bir grup, acılar yaşamış olanlara şakayla, espriyle, takılmayla güç veriyor, onlara yalnız olmadıklarını bir kez daha hatırlatıyor.

Bu klipin arkasından Obama’nın geleneksel Beyaz Saray Muhabirleri yemeğinde yaptığı son konuşmayı dinledim.

Beyaz Saray Muhabirleri yemeğinde başkanların esprili konuşmalar yapmaları da ayrıca bir gelenek.

Obama’nın kendisiyle dalga geçme biçimi, muhaliflerine şakacı iğneler batırması, “topal ördek” olmasıyla alay etmesi, başkanlığının biteceği günü beklemesini “son gününü bekleyen zavallı yaşlı bir adamım” diye fevkalade hafifseyerek anlatması…

Bütün bunlar bize ne kadar yabancı.

Tabii insan “neden” diye sormadan edemiyor.

Neden onların ülkelerinin başkanları, cumhurbaşkanları, başbakanları öyle de bizimkiler böyle?

Neden Türkiye’nin Cumhurbaşkanı, Obama düzeyinde bir konuşma yapamaz?

“Obama çok parlak bir adam, herkes o düzeyde konuşamaz” derseniz, onun kadar parlak olmayan Bush da muhabirlerin yemeğinde böyle konuşmalar yapardı…. O düzeyde bile konuşma çıkmıyor bizden.

Neden onlar kendileriyle dalga geçmekten gocunmaz da bizim Cumurbaşkanı kendisiyle ilgili her şakaya bile dava açar?

Neden onlar her eleştiriyi soğukkanlılıkla karşılar da bizim cumhurbaşkanı her eleştiriyi “hainlikle” bir tutar ve eleştirenleri yargılayıp cezalandırmaları için yargıya emirler yağdırır?

Neden İngiltere kraliçesi bile o yaşında bir şakacı klibin içinde rol alır da bizim cumhurbaşkanı gülünç bornozlar giymiş adamların arasından asık suratla merdivenlerden inmeyi tercih eder?

Neden Kanada Başbakanı kendisine “kuantum”la ilgili bir soru sorup kendisini “çuvallatmaya” çalışan bir muhabire, “sen kimsin, kimin emrinde çalışıyorsun” demeyip, o muhabiri “kuantum” konusunda yaptığı parlak konuşmayla sustururken, böyle bir soru bizde bir muhabirin işine mal olur?

Nedir bu büyük ve bizim açımızdan pek de övünç kaynağı olmayan farkın sebebi?

“Eğitim farkı” diyebilirsiniz.

O zaman son seçimlerden bir örnek vereyim izninizle… Selahattin Demirtaş da Harvard’dan değil ama zekasıyla ve esprileriyle dünyanın bu “yönetim eliti” arasında yer alabilecek bir performansın sahibi.

Demirtaş başbakan ya da cumhurbaşkanı olsaydı, eminim İnventus klibi içinde kendine özgü bir biçimde yer alır ve çok da ilgi toplardı.

7 Haziran’dan önce hepimiz onu televizyonlarda izledik.

Demek “eğitim” tek başına bir neden değil.

“Halkın düzeyi” desek, “bizim halk geri” desek, ben size gene Demirtaş örneğini vereceğim.

Erdoğan’a oy verenler Türkiyeli de Demirtaş’a oy verenler İngiliz mi?

Demirtaş’ın esprili, kendisiyle de dalga geçen, saz çalan üslubu nasıl o kadar taraftar ve beğeni topladı?

Demirtaş o üslubuyla bir “kitle” partisinin başında olsaydı, ortalığı silip süpüreceğini hepimiz biliyoruz.

Demek bu farkın nedeni “halkın düzeyi” de değil.

Peki ne?

Niye bizim yöneticiler bu kadar tedirgin, sert, esprisiz?

Niye hep ölümden ve şiddetten konuşuyorlar?

“Zeka farkı” desek… O makamlara çıkabildiklerine göre zekasız da değiller, hiç olmazsa iki espri yapabilir, kendileriyle de dalga geçecek bir laf söyleyebilirler.

Eğitimin, halkın düzeyinin, zekanın aradaki bu büyük farkta bir rolleri olabilir ama farkı asıl belirleyenin başka bir şey olduğunu düşünüyorum.

“Hak etmediğini isteyenin” korku dolu katılığından kaynaklanıyor bu fark.

Erdoğan ve Davutoğlu, hakları olmayan bir şeyi istiyorlar.

“Anayasaya uymayacağını” söyleyen Erdoğan, anayasanın kendisine vermediği yetkileri kullanmak, yargıyı kendine bağlamak, başbakanlığı sırasında işlenen suçlardan yargılanmamak, “tek adam” rejimi kurup ülkenin başına “padişah” olarak geçmek istiyor.

Bunların hiçbiri onun hakkı değil.

Anayasaya uymak, o anayasanın dışına çıkmamak, başbakanlığı döneminde işlenen suçlardan yargılanmak ve zamanı geldiğinde cumhurbaşkanı olarak görevi bırakmak zorunda.

Davutoğlu ise kendi yöneticileri tarafından halkın gözü önünde aşağılandığı bir partinin başında kalmak ve kendi yetkilerini anayasaya aykırı biçimde cumhurbaşkanına kullandırarak başbakanlığı sürdürmek istiyor.

Hak etmediklerini istemeleri onları bu kadar tedirgin yapıyor.

Her şakadan, her espriden, her eleştiriden korkuyorlar.

Nasıl kendileriyle dalga geçecekler?

Nasıl şakacı bir oyunun parçası olacaklar?

Onlar, hak etmedikleri iktidarlarını gittikçe arttırdıkları bir şiddete borçlular.

Davutoğlu’nun açıkça söylediği gibi, “insanlar öldürüldükçe onların oyları artıyor” ve toplumu paniğe sevkeden ölümler hiç bitmiyor artık.

Gelişmiş dünyadan kopuyorlar.

Türkiye’yi de gelişmiş dünyadan kopartıyorlar.

Kendileri “horoz” olabilmek için ülkeyi de çöplüğe çeviriyorlar.

Bu yüzden hep bağırarak konuşuyorlar, hep tehdit ediyorlar, hep “gelişmiş dünyanın” aslında kötü bir şey olduğunu anlatmaya çalışıyorlar.

Hitler de öyle konuşurdu.

Ben onun yaptığı her hangi bir şakayı hiç okumadım.

Bağıra çağıra Şarlo’nun alay ettiği bir figür oluyordu ama Birinci Dünya Savaşı’nın yenilgisinin travmasını ve utancını taşıyan Almanları, ancak o bağırış çağırışla ve aşağılık bir şiddetle bir felakete yürümeye ikna edebildi.

Zeka, şaka, espri, toplumları hep uyanık tutar, toplumun uyanık kalmasından korkmayanlar onun için bizim imrendiğimiz bir düzeye ulaşıyor.

Biz, “anayasaya uymayanlar”la, sürekli ölüm güzellemeleri yapanlarla, güçler ayrımını yok etmek isteyen diktatörlük meraklılarıyla o düzeye erişemeyiz.

Gelişmiş ülkelerde de siyaset bizdeki kadar kara, orada da insanlığın bir türlü dinmeyen saçma sapan “yönetme ihtirası” buraki kadar koyu ama bütün bunları gene de belli kurallar içinde tutmayı başarıyorlar… O yüzden o kadar güvenliler.

Buradakilerin ihtirası ise hiçbir kuralın içine sığmıyor… Sürekli suç işliyorlar… Ve onun için bu kadar tedirginler.

Bizimkiler altın varaklı bir koltuk için her şeye razı.

Altınlar içinde doğan İngiltere Kraliçesi torununun oyun arkadaşı.

Alay konusu olduğu için gülünen değil de esprilerine gülümsenen yöneticiler de çıkacak mı bir gün buralardan?

Diktatör olma umudunun kalmadığı, bütün diktatör heveslilerinin cezalandırıldığı, yargısı bağımsız, yasaması özgür, yürütmesi yasalara saygılı bir devlet kurduğumuzda çıkacak elbette.

Öyle bir devlet kurabilen toplumlar, ödül olarak öyle yöneticilere de sahip oluyorlar çünkü.

AHMET HAKAN’A NOT: Bana karşı yoğun bir “ilgi, alakan” var, adım sık sık sütununda geçiyor… Ne yazık ki duygularımız karşılıklı değil, sen benim pek ilgimi çekmiyorsun… Nedenlerini tahmin ediyorsundur.

Ama bu kadar sık benden söz edip, sonunda adımı da öyle dokuz sütuna yazınca ilgimi çektin… Aydın Doğan’ın Hürriyet’inde öyle kocaman puntolarla “Yargılanacaksın Ahmet Altan” başlığı ilgi çekiyor haliyle… Herhalde aynı başlığı Erdoğan için de atacak yüreklilikte, cesur ve özgür bir delikanlısındır…

“Yargılanacaksın Erdoğan” diye de yazabilirsin öyle olduğunu düşünsen. Ama tabii öyle düşünmüyorsun…

Beni Erdoğan’dan daha önemli, daha etkili, daha belirleyici bulduğundan benim için yazıyorsun.

Peki, hiçbir itirazım yok.

Şimdi benim yargılanmamı mahkemelerin az insan alan salonlarına ya da ne olacağı belli olmayan “ahirete” bırakmayalım… CNN’de senin bir programın var… Orada canlı yayına ikimiz çıkalım, merak eden herkes izlesin… Ergenekon’u, Ergenekoncuların ilişkilerini, Balyoz’u, darbe girişimlerini, 17-25 Aralık’taki hırsızlıkları, “bağımsız” yargıyı, yeni ittifakları, senin desteklediğin Erdoğan’ın “başkanlığını”, medyayı konuşalım… İstediğin soruyu sor… İstediğin gibi sor… İstersen PKK konusundaki ilginç sorularını da sorabilirsin.

İnsanlar biz karşı karşıya durduğumuzda yüzüme karşı aynı üslupla nasıl bağırabileceğini de görürler hem.

Hadi…

Ama ben AKP’yi eleştirdikçe hakkımda o yazıları yazıp yazıp, sonra da her zamanki kurnazlığınla kaçmaya kalkarsan peşini bırakmam, onu da söyleyeyim.

İlgimi çekmeyi becerdin… Bakalım bundan ne kadar mutlu olacaksın….


Bu yazı ilk olarak Haberdar'da yayımlanmıştır