Gündem

Adalet Ağaoğlu: Bugün de olsa yine 'evet' derim

Adalet Ağaoğlu: Bu iktidar döneminde askerin gücü azaldı ama Başbakan tek adam olmayı hastalık derecesinde çok istiyor

04 Mayıs 2014 14:54

Yazar Adalet Ağaoğlu, 2010 yılında yapılan anayasa referandumuna "evet" demesinin ardından başlayan tartışmalar hakkında, "Ben 'Yetmez ama evet' diyenlerden değil direkt 'Evet' diyenlerdendim. Anayasa’nın değişmesini her darbeden sonra istedim çünkü silah gücüyle yapılmış anti demokratik anayasalardı bunlar. İçerde MGK var, bütün siviller ona bağlı" dedi.

Habertürk'ten Kübra Par'a konuşan Adalet Ağaoğlu, yeni kitabı "Dert Dinleme Uzmanı"nı anlattı. Ağaoğlu, 2010 referandumuna "evet" demesi hakkında da açıklamalarda bulundu. Kübra Par'ın Adalet Ağaoğlu söyleşisi şöyle:

Adalet Ağaoğlu 18 yıl aradan sonra yeni bir roman yazdı, Dert Dinleme Uzmanı... Yayınevinde çalışan bir editörün başkalarının dertlerini dinlerken kendi yaşadıklarının çağrışımıyla boğuşmasının hikâyesi. Zamansız fiil çekimleri, bilinç üstü atlayışlar, sarkastik bir dil ve politik göndermelerle çok şey yaşamış bir yazarın anı torbasından saçılan çağrışımları okuyoruz aslında bu kitapta. Daha önemlisi yıllardır entelektüellerimizin zihnini meşgul eden pek çok kavramın aslında ne kadar köksüz olduğu gerçeğiyle yüzleşiyoruz. Hem kitabı hem de ülkenin halini konuşmak için Etiler’deki evinin kapısını çaldım. Gençliğinde ülkeden ülkeye dolaşarak yazan bir kadının geçirdiği trafik kazasından sonra eve kapanmasının hüznü vardı havada. Yine de muzipliği elden bırakmamış Adalet Hanım, “Hayatı matrağa almayı seviyorum. Gülüyorum. Dertlerin ve ağırlıkların altından böyle kalkılıyor belki de” diyor...

 

‘Bu kitap aydınlarımızın yaşadığı sancıya bir gönderme’

 

19 yıl aradan sonra yeniden bir roman yazmaya nasıl niyet ettiniz?

Müthiş bir gerilim içinde olup bitti her şey. Romanı bıraktığım halde beni iten, kışkırtan, muhakkak yapacaksın dedirten şey, dert içinde olmaktı. Bunda eski yayınevimle yaşadığım sorunların da payı var. Çok iyi niyetliyken git gide kötüleşmeye, kuşku duymaya başlıyorsunuz. Güven kaybına uğruyorsunuz. Kendi ahlakınızı kaybediyorsunuz yavaş yavaş. Ben de kendime yabancılaşmaya, her şeye kuşkuyla bakmaya, “Gene kim nerede aldatıyor beni acaba” demeye başladım. Bu duygu beni yazmaya itti.

 

Dert Dinleme Uzmanı da karısı ya da arkadaşı tarafından kullanılan, içten içe güven kaybına uğrayan bir karakter. Kötülük üzerine çok şey söylüyor roman...

Dikkat edin, herkesin hayatında olabilecek durumlar bunlar. En yakın arkadaşınız bozulmaya uğrayabiliyor. Hikâyelerdeki dertleri seçerken bunların simgesel anlamlar taşıması üzerine çok düşündüm. “Öyle konular seç ki herkes bunları yaşamış olsun” dedim.

 

Kitapta müthiş bir sarkazm var. Son dönemde gündemimizi meşgul eden değerlere ironiyle yaklaşmışsınız. Umutsuzluğa da işaret ediyor mu bu?

Biz hâlâ iç sınırlarımız içinde tartışıyoruz. Oysa dünyada neler olduğuna bakıp ufkumuzu ona göre çizmemiz gerekiyor. Aydınlarımızın tragedyası burada. Sancı içindeler. Bu kitap o sancıya bir gönderme. Trajedinin içinde dram da komedi de vardır. O yüzden biraz gülünç benim romanım. (Gülüyor...)

 

Kitabı 2012-2014 arasında yazmışsınız. Zor geçti mi bu 2 sene?

Evet, zor oldu çünkü geçirdiğim trafik kazasından sonra günlük hayatım tamamen değişti. Yürüyüşlerim bitti, konsantrasyonum bozuldu. Kendime hâkim değilim. Eşim Halim’in çok şükür sağlığı yerinde ama 12 yıldır evde kapalı yaşıyor. Bütün bunlar bir yazar için önemli değişiklikler... Bu süreç roman yazmayı adeta reddettirdi bana.

 

Eskiden evde mi yazardınız?

Mesele sadece özel hayatım değil. Bir romanı yazarken hangi coğrafyayı istiyorsa oraya gidiyordum. “Hayır” romanı için 8 ay Oslo’da, “Romantik Bir Viyana Yazı” için de 4 ay Roma’da kaldım. Gittiğim yerde deftere elle yazar eve gelince daktiloda temize çekerdim. Son dönemde bilgisayarda yazmaya başladım. Bu da roman yazmaya küstürdü beni. “Mahçup Kadavra” adında bir romana başladım. “Dar Zamanlar”ın 4. kitabı olacaktı. Baktım bir gün önce yazdığım sayfa ertesi gün yok olmuş. Delirecek oldum. Halbuki el yazısı olsa deftere bakabilirdim.

 

El yazısını neden bıraktınız o halde?

Defterin orijinali de değerli bir eser değil midir? Bilgisayarın iyilikleri de var. Yanlış yaptıklarını düzeltiveriyorsun fakat bu teknoloji bana yabancı. Yanlışlıkla bir yere basıyorum, satır kırmızı olmaya başlıyor. Neden olduğunu anlamıyorum, gereksiz yere konsantrasyonum bozuluyor. Dert Dinleme Uzmanı’nı bilgisayarda yazdım ama bundan sonra eğer yeni bir romana başlarsam önce elde yazacağım.

 

‘Olmamış bir şeyi de yaşıyor gibi olursun bazen’

 

Kitapta farklı bir zaman algısı var. Hikâyelerin geçtiği tarih belli değil. Fiil çekimleri konusunda da farklı bir üslup benimsiyorsunuz.

“Üç Beş Kişi”yi yazarken fark ettim ki olmamış bir şeyi de yaşıyor gibi olursun bazen. Başka bir zaman katmanında özlersin, heyecanla beklersin. Ürperip, korkarsın... En kısa sürelerin romanını yazıyorum ben. Bu kendine yeni bir yapı, yeni bir inşaat istiyor. “Dert Dinleme Uzmanı”nı yazarken nasıl kurgulayacağımı baştan biliyordum. Anı, rastlantı, karşılaşma, çarpışma ve insanın iyilikten kötülüğe doğru yol alışından oluşan seçme hikâyeler yazmak istedim. Gelgitler, hatıralar, anışlar, güven kaybı, ilk aşkın anısı... Bittikten sonra “İyi bir şey yaptım galiba” diye düşündüm. Çok yaşadım ben. Çok yaşarsanız anı torbanız dolu oluyor, taşımak kolay değil. Yazarak kusuyoruz. Bu yüzden çağrışımlara çok önem verdim bu kitapta...

 

Sıralı mı yazdınız yoksa bölümlerle kurguda oynadınız mı?

İlk defa bu romanımda önceden bir plan çizdim ve hepsini uyguladım. İtiraf ediyorum, konsantrasyonum bozuk olsa bile böyle bir kurgu üzerine roman yazabilirim. ‘

 

‘Atatürk yaşasa Diyanet’i kapatırdı’

 

Modern muhafazakârlara da kızıyorsunuz...

Muhafazakârlık sadece din olarak tapınma değildir. CHP de muhafazakâr, hâlâ yenileyemedi kendini. Yenilese ilk önce Diyanet İşleri’nden başlar. Atatürk kurnaz bir adamdı, palyatif ahlakı vardı. O zaman halkı elde edebilmek, kendine tapındırmak için muhakkak dine ve ırka dayanması gerekiyordu. Fakat bugün yaşasaydı Diyanet’i devletin içinden çıkarırdı. Paralı din olmaz. Bizim geri kalmışlığımızın arkasında bu yatıyor. Batı’nın Rönesans’a geçişi bu sayede oldu. Cervantes’in Don Kişot’u yazmasıyla Shakespeare’in Hamlet’i yazdığı dönem aynı. Kuşku duymayı, inanç yerine aklı koymayı öğretiyorlar. Decartes’ın da dediği gibi önce düşün, kuşku duy...

 

‘Muzipliği elden bıraktığımı söyleyemem!’

 

Kitapta Jön Türkler’e de göndermeler var. Batıcılık heveslisi kadınları eş olarak seçmeleriyle dalga geçip “Onlara çalılık kuşları layıktır” diyerek o dönemle de hesaplaşıyorsunuz...

Çok iyi bir noktaya değindiniz. Sadece Batı taklitçiliğinden değil, Çalıkuşu’nun yeni çıktığı dönemden bahsediyorum. Cumhuriyet’in ilk kuşağı Jön Türkler’in taklididir. Cumhuriyet’in modern erkekleri, Batılı görünen kızlarla evlenmek istiyordu. Burada hiciv ve gönderme var. Kitaptaki kadın villalar sahibi, Dame De Sion’da okutulmuş bir kadın değil. “Bu da çalılık olsun” dedim. Doğrusu muzipliği elden bıraktığımı söyleyemem! Sahiden öyle yaşıyorum, ne yapayım yani! Matrağa almayı seviyorum. Gülüyorum. Dertlerin ve ağırlıkların altından belki böyle kalkılıyor, bilmiyorum...

 

‘Başörtüsüne tepkiden kadınlar büsbütün soyunmaya başladı’

 

Kitapta Türkiye’deki pek çok kesime dair ince eleştiriler var. “Muhafazakâr kadınları terbiye etmeye çalışan Cumhuriyetimizin sözde laik kadınları”nı da hicvediyorsunuz, modern muhafazakârları da... Yaptığınız bu göndermeler üzerinden bugünün Türkiye’sini okuyabilir miyiz?

Okunmasını istedim doğrusu... Cumhuriyet Mitingleri’ni anımsıyorum. Kürsüde aydın feministlere Batılı görünen Prof. Türkan Saylan... Askerlerin bir tek postallarını öpmedikleri kalıyor... Irkçılık yapıyorlar. Nedeni ne? Başörtülüler... Onlarla çok uğraştım tabii... Batı’yla da çok uğraştım. Doğu ile Batı’yı çarpıştırdım bu sefer. Başörtüsü başladı, kadınlar tepkiyle yazları büsbütün soyunmaya başladı. İnattan! Başörtülülere çok üzülüyor, kızıyor hatta nefret ediyorlar. Kendilerini onların yerine koymuyorlar. Siyasi hayatımız çok yozlaştı. Bunun altından kalkmak için bir çare arıyor insan. Belki bu kitabımda yozlaşmayı göstermek istedim.

 

Türkiye’nin plastik aydınlarıyla inceden inceye dalga geçmişsiniz!

Hayır diyemeyeceğim! (Gülüyor...)

 

Feminizm eleştirisi de var...

Her başkaldırı gibi feminizm de taklit olarak çıkmış bizde. “Kolejyen” diyorum onlara çünkü dikkat ettim bütün sert feministler Miller okumuş, yabancı dil biliyorlar ama kadının hakiki dertlerine çok yabancılar. Simon de Beauvoir’i de feminist kabul etmem ben çünkü bize uymuyor. Paris’te Sartre ile birlikte oturmuş, St. Germain’de içki içip felsefe konuşuyorlar. Kitabını okuyunca “Oh ne mutlu sana, nerede senin ezilmişliğin” demiştim. (Gülüyor...)

 

‘İnsanların adı kayboldu artık sadece görsellik var’

 

Başkarakter erkek ama erilliği öne çıkmış bir adam değil. Hatta zayıf bir adam. Bir de ‘Batıcı’ kadın var...

Bu romanımda dert dinleyen bir kahraman olsun istedim. “Bunu bir erkek yapacaksın” dedim kendime “Çünkü sen kadın kahramanlı çok roman yazdın. Gençliği, çocukluğu yazdın, Hayır’da Aysel’in yaşlılığını da yazdın. Üç Beş Kişi de Kısmet’i yazdın...” Bir de şimdi başka bir kadına ihtiyacım vardı. Hani ‘yırtık’ kadınlar vardır, tuttuğunu koparırlar ve çeneleriyle elde ederler her şeyi. Hem çok rahatsız edicidir hem de tuttuğunu koparırlar. Boşuna ‘kokteyl sekreter’ koymadım adını! Önceki kitaplarımda aydın bir karakter olarak Aysel vardı zaten. Bundaysa aydın olmaya çalışan “mış” gibi yapan bir kadın var.

 

Romanda yer ya da karakter isimleri neden yok?

Birkaç isim geçiyor ama diğerleri hep şifreli çünkü insanların adı kayboldu, görsellik var. Fikrimin İnce Gülü’nde de tek erkek kahraman vardır. Ama bu kitapta dert anlatanlar çoğaldıkça figürler çoğalıyor. Oyun yazarı da olduğum için karakterlerin gülümsemesini, üzüntüsünü anlatmayı pek sevmem. Fakat bu romanda o tarifler gerekliydi.

 

Özellikle birinci bölümdeki sarkastik anlatım Woody Allen filmlerini anımsattı bana...

Gene anlaşılması zor bir şey yaptım galiba diye endişeleniyordum. Bilgisayarda yazdığım için yayınevine verdiğim kopya çok perişandı. Sizin bu açıklamalarınız beni çok rahatlatıyor, “Galiba yapmışım” dedirtiyor bana! (Gülüyor...)

 

Peki, kitap sinemaya çekilsin ister misiniz?

Dert Dinleme Uzmanı, dizi bile olabilir ama kimin yapacağına bağlı. Fikrimin İnce Gülü’nü çeken kişi hiçbir şey anlamadı, rezil etti. Öyle biri olmalı ki yazarla kan damarı birleşmeli. Halid Refiğ öyleydi mesela. Aşk-ı Memnu’yu çok güzel yaptı

 

‘Yeni anayasaya bugün olsa yine evet derim’

 

“Otokrasiyi demokrasi gibi yutturmaya çalışanlar”dan söz etmişsiniz. Bugünün iktidarına eleştiri mi var burada?

İktidara eleştiri olmaz olur mu? Her şeyde var! Siyaset insanlarımızı dert sahibi etti. Sabah akşam aynı şeyler konuşuluyor, hep kısır döngü. Kitabın kapağında kürk kaplı bir kahve fincanı var. Kısır döngüyü gösterdiği için hoşuma gitti. Hep aynı şeyler konuşuluyor. Hâlâ kimin Cumhurbaşkanı olacağı konuşuluyor, iş gelip Anayasa’ya dayanıyor. Askerlerin iktidar olması için yapılmış anayasalar bunlar.

 

Referandumda “Yetmez ama evet” dediğiniz için pişman olduğunuzu söylediniz. Bugünlerde entelektüeller ve iktidar ilişkisi üzerine yoğun tartışmalar yapılıyor. O günkü şartlarda “Evet” diyenlerin bugün kendilerini savunma ihtiyacı içinde hissetmeleri normal mi?

İyi ki bu soruyu sordunuz, çok teşekkür ediyorum. Ben “Yetmez ama evet” diyenlerden değil direkt “Evet” diyenlerdendim. Anayasa’nın değişmesini her darbeden sonra istedim çünkü silah gücüyle yapılmış anti demokratik anayasalardı bunlar. İçerde MGK var, bütün siviller ona bağlı. “Evet” dediğim için birden bire AKP’li yaptılar beni. Yakın dostlarım bile aramaz oldu, başlarını çevirdi. Dizlerime kapanan bir adam televizyona çıktı, AKP’li olmuşum diye kitaplarımı çöpe attığını söyledi, beni gözden düşürmeye çalıştı. Cumhurbaşkanlığı Ödülü bana verilince kadın yazarlar başta olmak üzere lanetler yağdırdılar ama benden sonra alanlara hiç gık çıkarmadılar. Kıskançlık, bakış, niyet meselesi...

 

Bu çok kompleksli bir tepki değil mi?

Herkes her şeyi niyetine göre okuyor. Benden hiç bahsetmeyen Cumhuriyetçi, Mustafa Kemalci bir gazete, televizyonda “Başbakan yalan söyledi” dediğimde beni göklere çıkardı. Verdiğim bir röportajda da “Evet dediği için pişman oldu” diye yazdılar. Pişman filan değilim, bugün de olsa yine aynı şeyi yaparım. Fakat “Yenildim, umudum boşa çıktı” demiştim. İdeolojilerine göre değerlendirip kullanıyorlar sizi...

 

Ama “Son enayiliğimdi” dediniz yakın zamanda...

“Ayılmak” diye bir şey var. İyi niyetli bakıyorum. Adam baştan bize söz verdi. Akil adamlara girmek istemedim ama Anayasa’nın değiştirilmesini hâlâ istiyorum. Bugün bir kampanya çıksın gene katılırım. Gerçi yapılmayacak biliyorum çünkü CHP istemiyor. Bu konuda Başbakan’a bir mektup yazdım. Ertesi gün Cemil Çiçek telefon etti. “Milletvekili sayımız eksik. Tek başına yapabilsek yapacağız” dedi. Demek ki CHP bastırsa yapılacak.

 

CHP neden istemesin?

O da kendi içinde muhafazakâr, tek partinin yaptığı Anayasa’ya dokundurmuyor. İlk üç maddenin değiştirilmesine yanaşmıyor.

 

Aydınlar da kendi arasında tartışıyor. Bir taraf “Sen AKP’lisin”, diğer taraf “Sen darbecisin” diye tutturuyor. Toplumu doğru şekilde okuyup yönlendiren entelektüellerimiz neden yok?

Çok iyi entelektüellerimiz var fakat otosansür uyguluyorlar. Bozulma ve yozlaşma var.

 

Türkiye’de aydınların problemi ne tam olarak?

Değerlerin parçalandığı, anlamların tepetaklak olduğu bir zamanda bunların olması normal. Kavramlar çok değişti. Aydın var olan bilgiyi sorgulayandır. Böyle aydınlarımız yok değil ama yollar tıkalı. Etkili olmaya başladığınız anda ya asker kovalıyor ya iktidar. Genel geçerin üstünde bir şey söylerseniz toplum da size düşman oluyor.

 

“Konuşursam başıma bir şey gelir” deyip susan aydın tipi de çok problemli değil mi?

“Aydınlarımız bu iktidara neden umut bağladı” diye iyi düşünmek lazım. Bu iktidar döneminde askerin gücü azaldı ama Başbakan tek adam olmayı hastalık derecesinde çok istiyor. Karizmatik sahiden. Başörtülü kadınlar hayran ona. Bu ideolojik tapınmanın üstünde çok durmak lazım. Gezi Parkı’nı bile böyle ele geçirmeye çalıştılar. Olmayan bir şey gibi gösterdiler.

 

Kim ele geçirmeye çalıştı?

Gezi, toplumumuzda ilk kez olmuş çok saf bir hareketti. Şimdiki gençler bizim gençliğimizdekinden farklı. Onlara “Yeni insan” diyorum ben. Kendileri olarak çıktılar fakat ne kadar sıkılan varsa bu çok sevimli harekete katıldı, gençlerin sesini kullanarak öne çıkmak istedi.

 

'İnternette düşünce özgürlüğü diye hakaret ediyorlar’

 

Okuma rutininiz nasıl?

Katarakt ameliyatı oldum ama başarılı olmadı. İyi göremediğim için okuyamıyorum. Bir de zamansızlık var. Sabahları eve dört gazete geliyor ama çok zor okuyorum. Aleyhimde çıkan yazıları da başkalarından öğreniyorum. Önceden öğrensem cevap vermeye kalkarım. Rahat bir şey! (Gülüyor...)

 

Dijitallik, internet, sosyal medya... Kendinizi bu çağa ait değilmiş gibi hissettiğiniz oluyor mu?

Kendimi kınıyorum. Elektroniklerle kan bağı kuramadım. İnternetim, e-mail’im yok. Cep telefonum bile yok! Gerçi bunları kullananların da eğitimi yok. İnternette düşünce özgürlüğü diye adı sanı belli olmayan insanlar hakaret edebiliyor. Bunu söylersem bana yine AKP’li derler! Ama bunları kullanmanın bir eğitimi de olmalı.

 

‘HDP iyi bir çözüm’

 

Kürtlerle çözüm sürecine nasıl bakıyorsunuz?

Bu konuda sol çok bölündü. Kendi ırkının siyasetini güdenlerin arasında da bir parçalanma başladı. Bence en iyi çözüm yolu Halkların Demokratik Partisi. Kendilerini eleştirerek yeni bir hareket başlattılar. Bu yeni ve doğru bir görüş. Irka değil halka dayalı...

 

Kitapta bir de “Ergenekon solcular” göndermesi var. Ergenekon’la solu neden birleştirdiniz?

Ergenekon solcular derken kendini ilerici sanan askercileri kastettim. CHP’nin sol olması meselesi... Hâlâ sol zannediliyor CHP, halbuki değil... Ben yalnız bu kelimenin hesabını verebilirim, diğerlerini şimdi cevaplamak istemiyorum, çok uzun konuşmak gerekir.

İlgili Haberler