Gündem

“AB'nin tavrını değiştirecek iki şey var…”

Sezin Öney: Avrupa Birliği ile son tango?

25 Mayıs 2017 00:03

*Sezin Öney

AB kurumları ve ülkelerinde, Türkiye'nin üyeliği konusu zaten "arşivlenmiş" gibi gözüküyor. Beyaz Saray ziyaretinde, "Trump ile beraber fotoğraf verilmesi", başarı addedilmişti. 25 Mayıs'ta Brüksel'de AB liderleri ile görüşmede, kimin kimle fotoğraf vereceği ise bir soru işareti.  

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, referandum sonrası ilk kez, Batı İttifakı ve Avrupa Birliği kurumlarına ev sahipliği yapan, Avrupa'nın "sembolik başkenti" Brüksel'i ziyaret ediyor. NATO üyesi ülkelerin liderleri, yeni NATO Karargâhı'nın açılışı nedeniyle Brüksel'de 25 Mayıs'ta bir araya geliyor.  Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın da, NATO Zirvesi öncesinde, Avrupa Birliği Konseyi Başkanı Donald Tusk ve Komisyon Başkanı Jean-Claude Juncker ile de bir araya gelmesi bekleniyor. Gündem, Türkiye-AB ilişkilerindeki son durum ve ileriye dönük, karşılıklı ne adımlar atılabileceği.

Kısacası, taraflar, "nerede kalmıştık" diyecekler!

Ancak, kalınan yer pek hoş değil...

Bugünlerde, Avrupa başkentlerinde Türkiye ile ilişkilerde bakış açıları, hiç olmadığı kadar netleşmiş gözüküyor. Herkesin ortak fikri de, "yolun sonuna gelindiği". Ankara'da da bu konuda "kafa karışıklığı" olduğunu sanmıyorum. Ama, AB başkentlerinin aksine, Ankara'nın beklentileri olabilir, Ankara hâlâ kendini AB için "vazgeçilmez" addediyor olabilir.

Ancak, Avrupa tarafı için karşılıklı ilişkilerde en ufak bir şüphe veya gel-git vardıysa da,  başkanlık referandumu kampanyası döneminde yaşanan Hollanda krizi ve yükselen tansiyon, "bardağı taşıran son damla" oldu. Neticede "kriz", Türkiye'de referandum arifesi gerçekleştiyse de, Hollanda'da da genel seçimlerin hemen öncesinde patlak verdi. Bu olay, Hollanda seçimlerine "son dakika etkisi" yapıp, aşırı sağ lider Geert Wilders'ın oy oranını arttırabilirdi de...

Sonuç böyle olmadı ama gelecekteki seçimlerde olmayacağı ne malum. Diyelim ki, Eylül 2017'deki Almanya seçimleri öncesi, oy dengelerini aşırı sağ (Alternative für Deutschland-AfD) lehine etkileyecek bir kriz yaratılıverdi: bu gibi ihtimallerin, AB ülkelerinde,  "içimizdeki Truva Atı" psikolojisi yaratmadığını söyleyebilir miyiz?

ABD seçimleri sonrası özellikle artan biçimde, "Rusya'nın Batı politikasını dizayn etmeye çalıştığı" ithamlarının ortaya atıldığı bir dönemde olduğumuzu da unutmayalım. Ankara'nın, Kremlin'e benzer biçimde, Avrupa'da "kimin kazandığını" etkilemeye çalışan bir aktöre dönüşeceği psikolojisi, AB ülkelerini ve kurumlarını iyiden iyiye "soğutan" bir etki yaptı diye düşünüyorum.

Nazi atıflarının yarattığı derin uçurum

Dahası, Türkiye'deki başkanlık referandumu kampanyası süresince, başta Almanya olmak üzere Avrupa ülkelerine hem medya hem de bilfiil siyasetçiler tarafından, "Naziler güruhu", "Haçlılar" benzetmeleri yapılması içlere hiç sindirilemedi.  Evet "Nazi" benzetmeleri, Ankara çevreleri tarafından, özellikle hükümete yakın medyada, bol keseden kullanılıyordu. Ancak, en üst düzeyden politikacıların serbest atış şeklinde bu benzetmeleri yapmaları, Avrupa tarafındaki "psikolojik dayanma eşiğinin" kırılmasına neden oldu.  

Bu eşiğin kırılması ne demek?

Sadece, Avrupa Birliği'nin en üst düzey iki isminin açıklamalarını anımsayalım.

Avrupa Komisyonu Birinci Başkan Yardımcısı Frans Timmermans (aynı zamanda Hollanda’nın eski dışişleri bakanı), La Stampa gazetesinin, “Erdoğan, Hollandalılara ‘Nazi’ dediğinde ne düşündünüz?” şeklindeki sorusuna şu yanıtı vermişti:

“Bu benzetme çok acı verici bir şey, çünkü Türkler İkinci Dünya Savaşı’nı yaşamadılar; belki bu nedenle bu kelimenin ağırlığını anlamadılar. Biz savaşta çok acı çektik. Rotterdam, Nazi saldırılarında yerle bir oldu, 100 bini aşkın Hollandalı toplama kamplarına götürüldü ve bir daha geri dönmediler. Bu bizim için kabul edilemez bir ifade.”

Timmermans, 1961 doğumlu, "savaş sonrası" ikinci kuşaktan bir siyasetçi. Bir de, savaş kuşağına daha yakın olan Jean Claude Juncker, Avrupa Parlamentosu'na hitaben, "Benim memleketim Lüksemburg, Naziler tarafından işgal edilmişti. İnsanlarımız çok acı çekti. Babam, üç kardeşi ile beraber Alman Ordusu tarafından savaşmaya zorlandı" demişti.

Juncker'in hikâyesine daha yakından bakalım. Babası Joseph, Alman Wehrmacht'ın (Savunma Gücü) bir parçası olarak Odesa'ya savaşa yollanmış. Savaşı sağ kalarak atlatsa da, ne fiziksel ne de psikolojik olarak bir daha hiç iyileşememiş. Juncker ailesinde bu konunun büyük travma yarattığı söyleniyor. İngiliz tabloid gazetesi The Sun, bu konuyu "Juncker'in Nazi bağlantısı" manşetiyle gündeme taşıyınca, o dönem 90 yaşında olan ve bir huzurevinde yaşamını sürdüren Joseph Juncker'in ağlama krizi geçirdiği de ortaya çıkmıştı.

Jean Claude Juncker'in İngiliz basınında hakkında çıkan negatif haberlerden en çok bu "Nazi ithamına" kızdığı biliniyor. O kadar ki, bu haberden kısa bir süre sonra, Juncker'e en yakın isimlerden birinin Britanya'da o dönemki Başbakan David Cameron'ın ekibine, "Artık, Birleşik Krallık planlarımızda yok. Nasılsa, Avrupa Birliği'ni de terk edeceksiniz. Ne dediğiniz, neye itiraz ettiğiniz de umurumuzda değil" dediği kayda geçmişti.

"Mülteci Anlaşması"nın çökmesinden korkulmuyor

Açıkçası, benzer sözler, Ankara'yı temsil edenlerin yüzüne veya Ankara'ya doğrudan iletebilecek kulaklara söyleniyor mu bilemiyorum ama Türkiye'nin arkasından söyleniyor. "Mülteci Anlaşması"nın yıkılması veya Türkiye'den gelebilecek bir yaptırıma karşı korku veya kaygı duyulduğunu söylemek de zor. Mülteci Anlaşması'na yönelik korku duvarının aşılmasında, Batı Avrupa'ya giden yoldaki "Balkan rotasında" kontrollerin ve güvenlikçi politikaların iyice yoğunlaşmasıyla "bariyer kurulduğu" psikolojisi yatıyor gibi gözüküyor.  

Tabii, NATO'nun Ege Denizi'nde mültecilerin geçişini engellemek için giriştiği özel devriye misyonu gerçekliğini de unutmayalım. Şubat 2016'da Türkiye-Yunanistan-Almanya'nın NATO'dan üçlü talebiyle başlayan bu devriye misyonu, mülteci trafiğinin kesilmesinde önemli rol oynadı. 2016'nın son aylarında Türkiye, bu NATO misyonunun sonlandırılmasını, perde arkasından dillendirdiğinden de yüksek sesle açıkça talep etti; gerekçe olarak da "mülteci trafiğinin çok azalmış olmasını" gösterdi. Ancak, bu talep, NATO ve AB kurumları, ülkeleri tarafından "duymamazlığa" getirildi. Tersine, bu haftaki ve daha sonraki Brüksel ile temaslarda konu gündeme geldiğinde, "mülteciler" konusunda artık Ankara'nın muhattabı AB'den çok NATO olacağa benziyor.

AB'nin defalarca "kırmızı çizgi" olarak nitelediği, "Türkiye'nin idam cezasını geri getirmesi" konusu ise, Avrupa tarafının gözünde sadece blöf. Ne AB kurumlarının ne de AB ülkelerinin, Ankara'nın gerçekten de "idam adımını" atması hâlinde uygulamaya koyacakları bir "B Planı" var. Aslında bu çok da nihilist bir yaklaşım; köprüler o denli atılmış gözüküyor ki, "idamı geri getirmeye kalkarsa, Türkiye düşünsün" gibi bir algı var ortada.

Fotoğrafın şartı

Son kertede, başkanlık referandumu sonrasında geçtiğimiz hafta Beyaz Saray'a yapılan ziyarette en çok önem verilen şeyin, "ABD Başkanı Donald Trump ile beraber fotoğraf vermek" olduğu söylenmişti. Brüksel ziyareti öncesi, benim açıkça duyduğum ise, "AB kurumları ve hattâ bazı ülke liderlerinin beraber fotoğraf verme" konusunda hoşnutsuz bir bakışları olduğu...

AB'nin tavrını, "kozmetik olarak" değiştirecek ve Ankara ile temasta gözükmeye (ama sadece gözükmeye) daha sıcak bakmalarını sağlayacak iki şey var: hapisteki gazeteciler ve siyasetçilerin serbest bırakılması ve Kürt Sorunu'na yönelik "barış süreci" adımı atılması. Son dönemde, Ankara eksenli Türk medyasında çıkan "barış süreci", "liberallerle yumuşama" haberlerini bir de bu açıdan okumak lazım.


Bu yazı ilk olarak P24’te yayımlanmıştır.