19 Mayıs 2024

Kitaplıkların hüzünlü köşeleri

Bir edebiyat yapıtını eskime olasılığı ile karşı karşıya bırakan nedir?

Bütün kitaplıkların hüzünlü köşeleri vardır. Genelde en üstte ya da altta, gözden ve uzanıp alıverme mesafesinden uzakta birkaç raftır o köşe. Nerede bir kitaplık görsem, uzun süredir dokunulmadığı için hafif tozlu duran o raflara takılır gözüm. Çoğunlukla öğretmenlerin isteği üzerine ya da ödev yapmak için okul yıllarında edinilmiş kitaplar vardır orada. Bir bölümü de alınıp muhtemelen dili nedeniyle okunamadan öylece bırakılmıştır. O hüzünlü köşelerdeki kitapları büyük, siyah poşetler içinde, sahafların önünde görmüşlüğüm de vardır. Değerli bir sahaf ve koleksiyoner olan Haldun Cezayirlioğlu'nun Ankara'daki ofisi, evimizin sokağındaydı. Bazı sabahlar ofisin kapısında kitap dolu poşetler görürdüm. Baş döndürücü kitap kokularının içinde her zaman gülen yüzüyle oturan Haldun Bey, onları yeni bir hayata başlamaları için tasnif etmiş olurdu akşama doğru. Bazen uğrar, çayını içerdim, sohbet ederdik. "Şu apartmanın şu numaralı dairesindeki yaşlı amca vefat etmiş…" diye başladığı can acıtıcı cümlenin devamına gerek kalmazdı. O hüzünlü raflar gelirdi hemen gözümün önüne. Haldun Cezayirlioğlu'nun adım atılamayacak kadar dolu ofisinin raflarını gözden geçirirken bir sorunun peşine düşerdim: O hüzünlü raflar edebiyat metinleri eskidiği için mi vardır? Bir edebiyat yapıtını eskime olasılığı ile karşı karşıya bırakan nedir?

Bu sorunun yanıtı, sanırım dil ve edebiyat ilişkisinde ortaya çıkıyor. Başka bir deyişle, bir yapıtı içten içe çürüten şey dilidir, denebilir. Elbette, onu tarih içinde canlı tutan ögeler de vardır; bunların başında evrensel izlekler gelir: ölüm, aşk, korku, günah, inanç, tutku, ihanet, dostluk gibi… Ancak izleği örerken ne yazık ki yaşadığı dönemin dil hapishanesinde mahkûmdur yazar. Binlerce yıldır baş döndürücü bir hızla akıp gelen derin dil ırmağında kulaç atmak kolay iş değildir. Özellikle bizim gibi dil değişkenlikleri sarsıcı olan toplumlarda bu daha da zorlaştırır edebiyatçıların işini.

Üniversitede, yaratıcı yazarlık derslerimde bu soruyu ortaya atar, tartışmaya açardım. Bir uygulama yapardık sonra. Örneğin "Bir pazar alışverişini, aşağıdaki nesneleri de kullanarak bir paragraf haline getirelim" deyip sıralardım: çanta, kredi kartı, file, poşet, kesekâğıdı, cüzdan, sepet, tartı, bozuk para vb. Yirmili yaşlarını süren öğrencilerim çoğu zaman "file", "kese kâğıdı", "sepet" sözcüklerini nerede, nasıl kullanacaklarını bilemezlerdi; hatta "kese kâğıdı ne hocam?" diye sorarlardı. Bir sözcük hayatımızdan çıktıysa, onu anlatmak, sözcüğün işaret ettiği nesneyi zihninde canlandırmak ne zordur, bilenler bilir. Hemen telefonlara uzanılır, arama motoruna sorulur ama şık, modern ambalaj fotoğraflarından başka bir şey bulunamazdı internette. O andan itibaren, kese kâğıdını tarif etmeye çalışmak, gülünç bir şey olurdu. Çocukluğuma döner, gazete kağıdını nasıl katladığımızı, dibini unla yaptığımız bulamaçla nasıl yapıştırdığımızı, bunun ne işe yaradığını ve bakkallara (tabii ki market değil) ya da manavlara tanesi bilmem kaç kuruştan satıp sinema parası kazandığımızı anlatmak için bir sürü cümle kurmak zorunda kalırdım. Oysa benim kuşağım için kese kâğıdı kese kâğıdıydı, ne demek tarif etmek! Bunun gibi sözcüklerin romanda, öyküde yer aldığını, dahası, cümle yapılarının günümüzdeki anlatım akışından daha farklı olduğunu düşünün, o metin eskimez mi?

Halit Ziya Uşaklıgil, Mai ve Siyah romanını kendisi sadeleştirmiş ve bunun nedenini şöyle açıklamıştı:

"…eğer ona genç nesil de rağbet edecekse yeni yazıyla basılması bir zaruret demek oluyor, bu takdirde de sadeleşmesine şiddetle lüzum var; mademki yeni nesle mahsus olacaktır, lisanını onun kabul edebileceği bir şekle sokmak teşebbüsün tabii bir icabı demektir."

Yazarın sadeleştirilmesini kaçınılmaz gördüğü Mai ve Siyah romanından küçük bir bölüm bu haliyle bile günümüz okuru için yeterince aydınlatıcı bir örnek olabilir:

"Raci'yi hiçbiri sevmezdi. Sârî bir tebessüm bütün dudakları dolaştı, herkeste bu sözlerden latif bir haz uyanıyordu. Raci istihfaf eden bir nazarla cevap vermeğe çalışıyordu. Ahmed Cemil dinleyenlerin muhabbetine emin olan bir natuk imtinaniyle mütebessim dudaklarını fincana uzattı, sözünde devamda mahsus gecikiyormuşçasına kahvesinden uzun bir yudum içti…"

Cemil Meriç'in dille ilgili güzel bir benzetmesi vardır: "Bir avuç kelime kıtaları birbirinden ayırır, yer sarsıntısı gibi. Uçurumlara köprü atan cümleler de vardır." Meriç söylemiyor ama o uçurumda da nice ölü sözcük vardır aslında ve yalnızca boşluk doldururlar. Kıtaları ayıran bir avuç kelime ise, gerçekte çağları, dönemleri de birbirinden ayırır ve bu, sözünü ettiğim o kitapları hüzünlü raflara taşır. Sadece kitaplar mı? Elbette hayır! Hayatımızın da tozlu rafları vardır. Gündelik yaşantımızın hay huyunda pek dikkat etmeyiz ama kullanmadığımız bir nesnenin sözcüğü de belleğimizin kuytu köşelerine çekilip kendini unutturur. Hatta geçmiş zamanlarda çok değerli olan bir kişi, bir isim bile örneğin, gün gelir kendi anlamını içten içe yıpratarak tıpkı tozlu raflardaki kitaplar gibi belleğimizin ıssız köşelerine çekilebilir. Cemil Meriç'in sözünü ettiği uçuruma kurulan köprüden geçerken eğilip baksak o kişileri, isimleri çağrıştıran, bir zamanlar çok kıymetli olup sonra anlamını kaybettiği için solmuş sözcükleri görebiliriz derin boşlukta. Bu da edebiyata dahildir ve aslında başka bir yazı konusudur! Velhasıl, insan belleği akıp giden dil ırmağında bembeyaz bir yelkenlidir, hayatın içinde bazen fırtınalarda yalpalasa da yepyeni sözcüklerle her daim anlam rüzgârına açıktır.

İbrahim Dizman kimdir?

1961'de, Çanakkale'de doğdu. Ankara Üniversitesi'nde, Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde Türk Dili, Güzel Sanatlar Fakültesi'nde Yaratıcı Yazarlık dersleri verdi.

1983'ten beri çeşitli kültür-sanat ve edebiyat dergilerinde eleştiri-röportaj, değerlendirme ve kültür tarihi üzerine inceleme-araştırma yazıları yazdı.

İbrahim Dizman'ın ikisi roman olmak üzere yayımlanmış 20 kitabı var; bir kitabı Yunancaya da çevrildi.

Dizman'ın yönetmenliğini yaptığı 4 belgesel film de bulunuyor.

Sahnelenmiş iki tiyatro oyunu bulunmakta. Ayrıca, çeşitli sahne gösterileri de hazırladı ve uyguladı.

Kültür Bakanlığı Roman Başarı Ödülü, Behzat Ay Ödülü ve Genel-İş Abdullah Baştürk İşçi Ödülü sahibi de olan Dizman, çeşitli yıllarda Çağdaş Türk Dili ve Roman Kahramanları dergilerinin yayın yönetmenliğini ve editörlüğünü yürüttü. Türkiye PEN üyesidir. 

Kitaplarından bazıları:

Suyun ve Rüzgârın Şehri Çanakkale, İletişim Yayınları, 2020

Aşrı Memleket Trakya (T. Bilecen'le birlikte), İletişim Yayınları, 2018

Adı Başka Acı Başka (Karadeniz'in Son Ermenileri), İletişim Yayınları, 2016

Kardeşim Gibi (A. Papadopulos ile birlikte), Heyamola Yayınları, 2016

30 Yıl 30 Hayat (Ç. Sezer'le birlikte), İmge Kitabevi Yayınları, 2010

Başka Zaman Çocukları (roman), 2007, Heyamola Yayınları, 2007

Denize Düşen Dağ (monografi), 2006, Heyamola Yayınları, 2006

Belgesel filmleri: 

Kardeş Nereye: Mübadele, senaryo yazarlığı ve danışmanlık (yön: Ö. Asan), 2010

Oyunlarla Yaşayan Şehir, yönetmen, 2012

Hrant Amca: Memlekete Dönüş, yönetmen, 2016

Poliksena: Kız Öldün, yönetmen, 2018

Yola Gelmeyenler, yönetmen, 2020

Yazarın Diğer Yazıları

Bir başka Fatih Sultan Mehmet portresi (II)

"Ölenlerin çokluğunu, evlerin boşaldığını, şehrin tümüyle uğradığı yıkımı, gerçekleşen felaketi ve tahribatı da gördü. Yapılan bu yıkım ve talan için birden acıma ve pişmanlık duygularına kapılarak gözleri yaşlarla doldu, derin derin iç çekerek, üzüntüyle: 'Nasıl bir şehri talan ve yıkıma terk ettik?' dedi"

Bir başka Fatih Sultan Mehmet portresi (I)

"Ya şehirle birlikte ülkeme sahip olurum ya da şehre sahip olamazsam onun uğruna ülkemi de kaybetmeye razı olurum"

"Anadolu'yum ben tanıyor musun?"

Şiirde çizilen Anadolu'nun romantik imgesi, yerini tütmeyen bacalara, zincirlenmiş kapılara, camları kırılmış pencerelere, ıssız bahçelere, terk edilmiş tarlalara bıraktı...